Pazar, Aralık 10, 2006

Güneş

Evden çıkarken ayakkabısının bağcıklarını bile bağlamayı unuttuğunu farketti. İlk uygun basamakta bağladı ve yaptığı hatayı umursamadan merdivenleri üçer üçer tırmanmaya devam etti.

Evet, bugün diğer günlerden çok daha farklı bir heyecan arz ediyordu kendisine. Yaptığı aptallıkları bile düşündürtmeyen bir heyecan ile doluydu midesi. Adımlarının frekansı bile çok farklıydı her zamankinden. Sol, sağ, sol, sağ... Nefes gibi ilerliyordu sanki; sağ, sol... Kendi kendine tekrarlayarak düzenlemeye çalıştı adımlarını yöneten kalbini. Yumruklarını sıktı ve koşar adımlarla üst komşunun açık bıraktığı dış kapıya kapanmadan yetişerek, güneş ışıklarıyla parlayan kaldırıma kendisini atmayı başardı.

Hazırlığını her zamankinden çok daha çabuk bitirerek heyecandan titreyen bacaklarını sıktı ve kontağı çevirdi.

Yol, hep çağırdığını hissettiği anlarda gözlerini kamaştıran yol, hiç bu kadar dostâne yaklaşmamıştı kendisine. Her yaptığına izin veryor, daha da çabuk varabilmesi için elinden geleni ardına koymadığını gösteriyordu.

Kontağı kapatıp heyecanını durduracak bir sığınak bulma ümidiyle yürümeye başladı. Yorgunluğunu heyecanından daha fazla hissedebileceği bir masa arıyordu kendi kendine...

Hiç bitmeyen bir sıcaklıkla midesini yakan çayın son yudumundan sonra bir kez daha hayatın dengeler üzerine kurulduğu olduğunun farkına vardı. Yaşaran gözlerini yarım yamalak silerek, oturduğu -doğrusu yığıldığı- tabureden doğruldu ve karşısında gülümseyen gözlerin dudaklarındaki kıvrımların zerafetinin midesinin çığlıklarını bastırdığı ana şükretti.

Beraber yürüyerek ayrıldılar bıraktığı umutsuzluk yıkıntılarının kirlettiği alçak tahta masadan. Korkarak uzattığı elini ısıtan soğuk parmakların elini hissetmeye çalıştığını farkederek gülümsedi. İlk gördükleri masaya otururken şimdiye kadar yapmadığı kadar içten, şimdiye kadar görmediği kadar parlak bir gülümse ile kıvırdı dudaklarını.

Baktığı güneşin yaşarttığı gözlerini bir kez daha üşenmeyerek sildi bir çırpıda. Kirpiklerinin arasından süzülen kelimeler yanağının kenarından akarak dudaklarına ulaştığında kapattı gözlerini ve dinledi karşısında sessizce dile getirenleri. "Evet" dedi, kendisinin bile duyduğundan şüphe ettiği bir sesle. "Evet"...

"Yaşamının her anında yanında olmayı istediğimi bildiğimden uzatıyorum elimi" diye düşündü.

Beraber, her şahit olanın sahip olmayı hayal edeceği bir ışıltıyla beraber ayrıldılar, güneşten sızan ışık demetlerinin oturanların gözlerini açmasına müsaade etmediği ahşap masadan.

Tek bildiklerinin bilmedikleri olduğunu bilerek, soğuk parmakların dokundukları teni hissetmeye çalıştığının farkında, adımlarıyla birbirlerini taklit eder gibi uzaklaştılar iskeleden.

Cuma, Kasım 10, 2006

Son Bir Defa

"Sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda olacağım diyerek mi başlasaydım bilemiyorum. Bir gerçek var ki sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda, en azından gözle görülemeyecek kadar uzakta olacağım.

Bu bir aklama yazısı değil, itirafname hiç değil. Sadece hep yaptığım gibi anlatmak istedim, belki anlamak ya da herhangi bir gün eskilerden bir kırıntı okumak istersin diye.

Evet, sen bu satırları okurken ben çok uzaklarda olacağım. Gerçi ne kadar yakın olabildik seninle hiç bilemiyorum. Hiç tasavvur edemedim seninle koyun koyuna yattığımızı ya da televizyonda en sevdiğimiz diziye öylece bakakaldığımızı. Ama şimdi olduğum kadar da uzak olmadım hiç. Sen buna inansan da inanmasan da...

Dediğim gibi bu bir itirafname değil, veda yazısı hiç değil. Bu sadece son bir kez anlatmaya çalışma denemesi. İkinci dünya savaşından kalma altı patlardaki son kurşun gibi; ya tutarsa niyetlenmesi. Bu yazı bilmeni istediğim ama söylemeye hiç cesaret edemeğim, niyetlendiğim ama göz göre göre ertelediğim son zamanlarda aklımı kurcalayan en büyük soruya cevaptır aslında. Merak ettiğim en büyük soruya, bir insanın sarfettiği en büyük çabayı anlamadığıma, bir insanın neden hayatta kalma hırsı olduğuna cevaptır belki de. Bekledikleri için mi? Bekleyenleri için mi? Her an gelişen olayların beklediği olayları bir bir yoluna sokacağından mı? Yoksa sadece yaşama hırsından mı?

Bir insan neyi bekler hayatta? Biliyorum insanın oğlu hep bekler hayatta, ama ne için? Olacakları çok merak ettiğinden mi yoksa işine böylesi geldiğinden mi? Ben bunların hiç birini merak etmiyorum artık. Bu hayattan hiç zevk alamadığım gibi beklemekten de hiç hoşlanmadım. Bu hayatta hiç bir zaman var olamadığım beklemekten de sıkıldım artık. Bu hayatta karşılaştığım en büyük soruya, "Neden?" sorusuna hiç cevap bulamadım...

Ve ben, beklemekten sıkıldım artık.

Doğdum, yaşadım. Bu yaşıma gelene kadar ne yaptım? Sahip olduklarıma bak, sonra bir de bana ne kazandırdıklarına...

Hiç.

Belki de büyük sorunun, hayatın sırrının ve Pandoranın Kutusu'nun tek kelimelik, üç harflik cevabıdır bu: hiç...

Bu dünyaya doğdum, ağlayarak.Belki de ilk günden pişmanlığımdandır, bilemedim. Yaşadım, hayat hep yaşadıklarımızı bize baştan yaşatırken farkedemedim yine ağladım.

Şimdi bakıyorum dünyaya, hiç niyetim yok yaşadıklarımı tekrar yaşamaya. Hayat bir spiral gibi dönerken ve zembereği başa dönmek üzere kurulurken; yapım ve yönetimde emeği geçen herkese yardımlarından ötürü teşekkürlerimi sunuyor ve ben, başrolünü oynadığım bu garip filmin kadrosundan ayrılıyorum." dedi ve cümlelerine son noktayı koydu.

Masanın üzerinde duran sigarasına baktı. Son bir defa derin bir nefes çekmek istedi, vazgeçti. Biliyordu anlamsızlığını. Altı ay önce hiç nedensiz kar beyazına boyadığı odanın kuzey duvarına bakıyordu şimdi. Bugün anlıyordu nedenini.
Tek bir leke olmayan duvara öylece durmuş bakarken bir ses duyuldu. Bir tahta parçası cilalı parke üzerinde yuvarlandı, kalın bir sicim karanlık odada gerildi. Hayatı bir film şeridi gibi geçmedi gözlerinden. Masanın üzerinden yuvarlanarak yere düşen kalemden sonra odanın sessizliğini sadece camdan giren rüzgarın sesi bozuyordu artık.

Salı, Ekim 31, 2006

Uzaklar

Yine içimde uyanan gitme güdüsünün ayaklandırdığı bir sonbahar akşamı yaşamaya başladığımı hissediyordum oturduğum koltuktan ağır ağır doğrulurken. Koltuğun yanındaki soğuk mermer sehpa üzerindeki yarıya kadar dolu fincanı alarak kahvemden bir yudum aldım. Sehpanın üzerinde yanan mum bu hareketimden rahatsız olmuş gibi titredi, zaten zorlukla aydınlattığı odayı terketmek ister gibi soldu. Ona baktığımı, ona kızdığımı anlamış gibi alevini yeniden güçlendirdi. Mumu söndürdüm ve ağır adımlarla karanlıkta yerinden emin olamadığım mutfağa yöneldim.

Karanlık koridorda yürürken elimde tuttuğum fincanı dudaklarıma yaklaştırarak soğuk bir yudum daha aldım. Çaresizce evi bekleyen ahşap bahçe kapısına vuran yağmur damlalarının, rüzgarın da etkisiyle çıkardığı çarpışma sesleri düşüncelerimi bölüyor ve her defasında aklımı yollara doğru çeliyordu.

Göz ucuyla sabaha karşı eve girerken bir yerlere fırlatmış olduğumu düşündüğüm paltomu arıyordum. Karanlık salonda emaneten duran sandalyelerden birinin yakınında, düşüncesiz bir biçimde yerde yatan silüete doğru ağır adımlarımı yönlendirdim.

Kapı yaklaşırken yağmurun hiddetle dövdüğü ahşap kapının onu bu karanlık yalnız evde tek başına bırakmamam için yalvardığını duyar gibi oldum. Paltomu üzerime geçirdim, ağır çelik kapıyı ardımdan çektim ve merdivenleri çıkmaya başladım.

Arada sırada geçen taksiler dışında cadde bombuştu. Bu saatte yapacak bir işi yokmuş gibi biçimsiz taşların oluşturduğu kaldırımı süpüren kadının yanından geçtim. Yine yolları düşünerek yürüyordum. Ağzı sıkı sıkya bağlanmış soluk renkli çöp torbalarının arasından kafasını çıkaran bir kedi egemenlik kavgalarından birinde kaybettiği gözünü gururla sergiler gibiydi. Eğemenliği altındaki çöplükte onu yalnız bırakarak uzaklaştım.

Şimdi lambalarının sarı ışığıyla yer yer aydınlanan sokaklardan birinde yerde parlayan bir cisim dikkatimi çekmiş ve o tarafa yönelmeme sebep olmuştu. Düşünüyor ve yürüyordum. Yanına kadar geldiğimde çömelerek parlayan cismi elime aldım. Yarım bir bebek yüzü gibi duruyordu. Hani şu evlerimizin salonlarında sergilemekten gurur duyduğumuz, estetik kaygısından uzak, isimsiz heykeltraşların döktüğü biblolardan birine ait olmalı diye geçirdim aklımdan. Ne kadar da tanıdık geliyordu. Yağmurun sıçrattığı çamurlarla kirlenmiş yarım bir yüz... Soğuktan titreyen ellerimle temizlemeye çalışarak paltomun cebine koydum ve yürümeye devam ettim.

Gökyüzünün duru maviliği her yeri dolduruyordu. Uzun zamandır fotoğraf çekmediğim aklıma geldi. Halbuki fotoğraf çekmek için ne de uygun bir zamandı. Öyle ya "mavi saatler"i, bir fotoğrafa kaydedilmek için en güzel saatleri, yaşıyordu şehir.. En büyük aşkım diye söylediğim, terketmek için yanıp tutuştuğum ve hiç bir yere gitmemem için görünmez prangalarla beni bağlayan şehir. Bir daha görmek istemezmişcesine paltomun ceplerine sokuşturduğum ellerimi çıkararak yüzüme yaklaştırdım. Uzun zamandır şehirle sevişememiş olmamın suçlusu olarak gördüğüm ellerimin karşımda suçluluk duygusundan süklüm püklüm eğildiğini görmek istermişçesine gözlerimin dibine kadar soktum. Soğuktan titrediğini ancak görebildiğim ellerime bakarak yürüyordum. İleriden gelen hızlı ayak seslerinden çekinerek tekrar saklamak üzere paltomun ceplerine sokuşturdum.

Karşı kaldırımdan geçen birileri tarafından izlendiğimi hissettim. Kafamı kaldırıp göz ucuyla bakacak oldum, vazgeçtim. Gözlerimi tekrar ait olduğu yere, adımlarımın hemen önüne indirdim. Adımlarımı hızlandırdım. Paltomun sağ cebine sakladığım elim kendine ilgilenecek bir oyuncak bulmuş, tüm ilgisini ona yönlerdirmişti.

Ayaklarım ıslanmış ve üşümeye başlamıştım. Kalorifer peteklerinin anlamsız bir coşkuyla ısıttığı evime dönmeli miyim diye başlayan düşünceler çok geçmeden uzaklara gitmenin verdiği huzuru hissetmeme neden oluyordu. Dönmüyordum, aksine uzaklaşıyordum; düşüncelerle boğuşan beynimin özgür bıraktığı ayaklarımın izinde ilerlemeye devam ederken.

Yağmur dinmiş ve evden çıkalı bir kaç saat olmuştu, artık adımlarım yavaşlamıştı. Hava artık tamamen kararmış, bana yol gösteren bir tek sokak lambaları kalmıştı. Az sonra onlar da söner diye düşünürken, altından geçtiğim sokak lambasının ışığı titredi ve soldu. Gülümsememe engel olamadan ilerledim. Sağ cebimden çıkardığım anahtarla ağır demir kapıyı açtım ve yüzüme çarpan sıcak havaya aldırmadan apartmandan içeri girdim.

Pazartesi, Ekim 30, 2006

Kahve

Kahve ... Yetiştiği ağaçta bulunduğu yüksekliğe göre kalitesi değişecek kadar hassas çekirdeğinden içimine kadar muhteşem bir uyum zorunluluğu olan, kokusuyla aşıklarını diyardan diyara gezdiren, aromalarıyla duygulandıran, yakılmadan sonsuz bir nezaketle kavrulan çekirdekleriyle ağlatan kahve...

Sahilde, bulutlu ve ağladı ağlayacak bir havada rüzgarın nazik teması eşliğinde olmalı kahve ile randevu. Bu havada sevişmeli kahvenin muhteşem kokusuyla...
Şehir hatları vapurunda elde erdemli ve yiğit bir mizahi dergi ile oturmuş, hayal ile gerçek arası buram buram kokusuyla dağıtırken kafanın içindeki bulutlu düşünceleri, tam da boğazın o eşsiz manzarası bir kez daha hafızlara kazınırken, gözlerinden gururu, yüreğinden onuru rahatlıkla okunabilen, firesiz karbeyazı saçları, eski moda kocaman plastik çerçeveli gözlükleri, her parçasıyla beyefendiliğini onaylayan pardesüsü ve elindeki küçücük poşeti ile içeri girdi. Merdivenlerden çıkıp üç, bilemedin dört oturağı geçip durdu.

O muhteşem gözler önce bir çevreyi süzdü, sonra önüne düştü. Bu sırada sağ eliyle öbür elindeki poşeti bakmadan karıştırmaya başlamıştı. İçinden ne olduğu önemsiz bir tahta parçası ve bir de karton çıkarıp anlatmaya başladı.

Gurur ... Yeni moda kalıplara sahip bir elbise gibidir, her bedene uymaz. Ama sahibinde gerçekten özgündür, imrendirir.

En fazla beş kelimelik kısa cümleler ile satışını yapmak istediği malzemeleri anlatmaya çalışıyordu. İki kelimede bir yutkunup, kanayan gözlerini durdurmaya çalışarak ...

Titreyen ses insanların korktuklarını ya da çok heyecanlandıklarını ispiyon eden bir köstebek gibidir aslında. Yaşlı adamda ise; meydanda bir düğün müjdeleyen Osmanlı tellalı gibi hâlâ var olan onuru müjdeliyordu göğsünü gere gere.

Kıkırdamaya başladı gençler hemen önümde. Yüzleri, utançtan kızarmış dalgalı denizden ayıramadığım yüzüme dönük oturur halde fısıldaşmaya başladılar yaşlı adam hakkında. Ellerinde herşeye rağmen aldıkları birer tahta parçası ve karton ile ...

Neden sonra uzun sarı saçlı, kirli sakallı, bir elinde çayı diğerinde sigara ve sırtında yağmurluğu ile biri geldi. Sırtındaki çantasının izin verdiği ölçüde oturağın ucuna oturarak eğildi ve gençler ile konuşmaya başladı. Gözleri durgun, bedeninin aksine zihni zıpkın gibi ...

Sorularla sohbet ettiler iki ara bir üç dakika...

Yaşlı adam elinde sıkı sıkı tuttuğu -artık boş olan- ufacık poşeti ile yavaş yavaş uzaklaşırken, titreyen bir yürek gördüğünü sanan gözlerdeki buğu artık soğumuş, tırmalaya tırmalaya yürekten sızmaya başlamıştı bile...

Islak iskelede yürürken tadına varılan kahve kokusu gibisi yoktur, ne yar kucağında ne de ana ocağında... Kurtarır tüm düşünceleri beynin güçlü prangalarından, çeker bedeni ve sadece küçük bir öpücük kondurur yüreğinin en ince yerine ...

Teşekkür ederim.
O' na.
Sevemediklerime.
"Kahve" ye.
Ve Onlar'a. Kendini bilenlere ...


27 Ocak 2004, Salı Saat 09:24

Salı, Ekim 17, 2006

fotoğraflar #8

Çarşamba, Eylül 27, 2006

Evet, işte tam orası!..

Güneş, sabahın erken saatlerinde gösterdiği aydınlık yüzünü karanlık ve korkunç bulutların ardına saklayarak günün moralleri bozmak uğruna kestiği rollerin yolunu açtığı sırada zihnin derinliklerinden parıldayan ışık gibi gözlerinin imgesini görmek önce...

Yağmur jilet gibi keskin damlacıklarını yorgun bedenin üzerine serpiştirirken, sıkıntıyla atlatılan merdivenlerden sonra açılan kapının ardından hücrelerin mis kokuyla dolması ve hemen ardından büyük buluşma... Evet, işte tam orası!

Her daim nemli gözlerde sanki hiç bitmeyecekmiş gibi duran neşe, saf sevgi ve sonsuz sıcaklığın arkasındaki narin incilerle karşılaşma... Yüzyıllar boyu sürecekmiş hissi uyandıran o an. Hiç bitmemesi dualarıyla desteklenen yakarışlar. Dur!... Olmuyor, bu hayatın kumandası benim ellerimde değil, durmuyor.

Sonrasındaki kaçışlar. Görmemeli, duymamalı, bilmemeli. Kaç! Durma haydi, koş!..

Saklandıysan zihnindeki en karanlık dehlizlerden birine, kaldır kafanı. Göremez artık. Şimdi bırak göz kapakların açılsın. İzin ver yanaklarını yıkasın yüreğinin tuzlu duyguları. Bırak damarlarında akan sıcak kırmızı sevgi hayatına son noktayı koysun...

Pazar, Eylül 24, 2006

fotoğraflar #7

Sevgi

"Bu şehri bu kadar çok seviyorsam iki sebebi vardır gönlümde. Güzel yağan yağmurları ve güzel poz veren fotojenik bir yüzünün olması." diye başladığım yazımı gece vakti elektriklerin kesilmesiyle bitiremeyecek durumdaydım. Yaktığım mum ve bilgisayarımın pili ömürlerinin sonuna yaklaşmaktaydı. İçeriden gelen tıkırtılar akşam gittiğim gece kulubünden birlikte çıktığımız kıza ait olmalıydı. Gülümsedim, garip ve bir o kadar da yabancı olduğum bir hayatı yaşamaya başlamıştım. Hem de hiç acemilik çekmeden.
Yatak odasına doğru yürüdüm. Aralık olan kapının arasından baktığımda yatakta huzurlu bir biçimde uyuyan sırtüstü uzanmış, garip bir biçimde tanıdık bir samimiyet duygusu uyandıran çıplak bedeni gördüm. Camdan odaya sızan loş ve güçsüz ışığın bedeni üzerinde yarattığı gölge oyunlarını izliyordum. Yaslandığım kirişten güç alarak doğruldum ve salondaki masama, çalışmamın başına döndüm.
Bilgisayarımın pili artık iyiden iyiye bitmek üzereydi ve yazmakta olduğum yazımı bitirmek için acele etmemi söyler gibi uyarılarda bulunuyordu. Saatlerdir bitirmek için uğraştığım yazıma son noktayı bilgisayarı kapatarak koydum. Kalktım ve kendime kahve hazırlamak üzere mutfağa yöneldim.
Salondaki camın önünde, en sevdiğim koltukta, elimde en sevdiğim fincanımla kahve içmeyeli aylar olmuştu heralde. Yanında eksik olan birşeyler var diye düşünerek yaktığım sigaramdan tek bir nefes çektim ve elimde fincanım olduğu halde ayağa kalktım. Elektrikler hala gelmemiş, masamın üzerinde duran mum neredeyse sönmek üzereydi. Alnımı önünde durduğum cama yaslayarak, sokağı ıslatan yağmurun damlalarını seyretmeye başladım.
Yaz mevsimi biteli henüz birkaç hafta olmasına rağmen hava gerçekten soğumuştu. Dışarıda esen rüzgarla birlikte içimin ürperdiğini, tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. Yatak odasından üzerime birşeyler almak üzere yürümeye başladım. Adımlarım, ağır ve yumuşaktı. Yatağıma huzurlu bir biçimde uyuyan, adını bile hatırlamakta zorlandığım genç kızın rahatsız olmasını istemiyor, adımlarıma dikkat ederek yürümeye çalışıyordum.
Kahvemi bitirip bitirmediğimden emin olamayarak elimi uzattığım fincandan soğuk bir yudum kahve aldım. Karşı binanın alt katında bulunan gece kulüplerinin tabelalarındaki ışıkları sönük olarak ilk defa izliyor olduğumu düşündüm. Masanın üzerinde sönmüş olan mumu tazelemek üzere ayağa kalktım.
Elektrikler kesileli saatler olmuş gibiydi. Karanlıkta oturmuş, filmlerde gördüğüm deliler gibi, sokağı seyrediyordum, Elektrik kesintisinden nasibini almış, eski sokak lambasının aydınlatamadığı karanlık sokağı...
Salonun sessiz karanlığını banyo kapısının yağsız gıcırdaması bozdu. Kız uyanmış olmalıydı. Benim yüzümden uyanmış olmamasını diledim, gerinip oturduğum koltuğa iyice yerleşirken.
Sokağa bakıp gecenin bu saatinde sokakta duran insanların cinsiyetlerine göre sayısını tutmaya çalışırkn, banyo kapısının sadece bir kere gıcırdadığını, içeride uyuyan ve adını hatırlamaya çalışmaktan çoktan vazgeçtiğim kızın yaklaşık bir buçuk saat önce girmiş olduğu banyodan hala çıkmamış olduğu aklıma geldi. Hızlı adımlarla banyoya yöneldim. Kapıyı açmak üzere kapı kolunu kavradıktan sonra kapıyı çaldım. İçeriden gelen ses kendinden geçmiş bir halde, midesinin bulandığını anlatmaya çalışır bir haldeydi. Popüler bir gece kulünde vücudunun sınırlarını zorlayarak içtikten sonra bir insandan daha başka nasıl bir ses gelebilirdi ki diye düşünerek kendimi telkin etmeye çalışmama rağmen başaramadım ve kapıyı birkez daha çaldım. Aynı ses, aynı kelimeleri kullanarak aynı şeyleri anlatmaya çalışıyordu. Sol taraftaki yatak odamın kapısı açıldı ve karanlık zarif bir silüet gözlerimin alıştığı karanlıkta aydınlanarak tanınmak üzere bir adım attı.
Sohbet arasında adının Sevgi olduğunu öğrenmeye başladığım kız ile derin bir sohbete dalmıştık. Üzerinde sadece benim sabahlığım bulunurken, kesik elektriklerin neden olduğu karanlıkta perdesiz camdan içeri sızan ay ışığı ile aydınlanan güzel yüzün hareketlerini inceliyordum. Zarif ve zarif olduğu kadar da bilinçliydi.
Güzel olup olmadığını bilemediğim sohbetin hatırlayamadığım bir yerinde banyodan gelen sesin kaynağı aklıma takılmıştı. Tuhaf hareketler sergileyen kedimden benzer sesler geldiğine tanık olduğum ender zamanlardan biri midir acaba diye düşünürken, camdan içeriye aydınlanmakta olan gökyüzünün turuncu ışıklarının dolduğunu farkettim. Karşımdaki koltukta söylediklerini dinlemiyor olmamdan sıkılmış olacak, uyuyan zarif bir beden duruyordu. Üzerinde benim sabahlığım vardı ve adının Sevgi olduğunu düşünüyordum.
Sokak lambasının cılız ışığının yandığını farkederek, akşam zoraki tamamladığım çalışmam üzerindeki son düzeltmeleri yapmam gerektiğ aklıma geldi. Kalktım ve çalışmaya hazırlanmak üzere banyoya doğru yürümeye başladım.
Banyonun kapısını açmak üzere yaptığım üçüncü denemeden de başarısızlıkla ayrıldıkan sonra yedek anahtarların bulunduğu çekmeceden banyonun anahtarını aldım ve kapıyı açtım.
Alaturka tuvalet üzerine oturmuş ve derin bir uykudaymış izlenimi veren buğday rengi çıplak bedene bakakaldım. Yanına yaklaşırken bedenin yanından küvete doğru uzanmış zarif kol üzerinden sarkan ince şırınga dikkatimi çekti. Şaşkınlık ve korkuyla irkilen bedenimi kendine getirmeye çalışırken banyomda öylece oturmuş kalmış bedenin bana ne kadar da benzediğini düşünüyordum. Aynaya baktım, dün geceden beridir gözlerimin etrafında durduğunu düşündüğüm makyaj, gece boyunca esnerken gözlerimden dökülen yaşlardan olsa gerek, artık yanaklarıma kadar inmişti. Gece boyunca içtiğim kahvelerden dudaklarımı örtecek ruj namına hiç bir renk kalmamıştı.
Yüzümü yıkadıktan sonra klozette kolundaki şırıngayla oturmuş duran bedene döndüm. Artık iyice beyaza dönmüş zarif ve çekici bedenden hızla uzaklaşmaya çalışarak sendeleyen adımlarla salona yöneldim. Salondaki koltukta uyuyakalmış Sevgi adındaki genç kızı uyandırmalı ve biran önce polisi aramalıydım.
Salona geldiğimde koltuk üzerindeki sabahlığım içinde mırıldayan tüy yumağım dışında kimse yoktu. İyice telaşlanarak telefona uzandım ve sırasıyla 1, 5 ve 5'i çevirdikten sonra yere yığıldım.
Polisler gelmiş etrafımda anlamsız bakışlarla dolanıyordu. Yarı baygın bir halde olduğumu düşünüyordum, yüksek biryerden kafa üstü atlamışım gibi ağrıyordu başım. Polislere canlı olduğumu, benimle değil banyodaki zarif beden ile ilgilenmeleri gerektiğini söylemeye çalışmaktan öteye gidemediğimi, hiç bir şekilde dikkatlerini çekemediğimi farkettim. Son duyduklarım banyodan salona kadar sürünerek gelmiş olduğu düşünülen Sevgi adındaki eroinman ve aynı zamanda gazeteci yazar olan güzel kadın hakkındaki konuşmalarıydı. Tabi ya, ben o kadını tanıdığımı biliyordum zaten diye düşündüm.
Artık polislerin dikkatini çekmekten vazgeçtiğim sırada merdivenlerden inen genç bir bayan polis elinde getirdiği battaniyemi gözlerimi de altında bırakarak üzerime örttü. Artık elektrikler kesilmişti. Sonsuza dek sanırım...

Perşembe, Eylül 21, 2006

14 Şubat

Sevgilimle aramızda yazılmadık bir anlaşma vardır, tam 4 senedir hiç şaşmadan tekrarlanır gider bu. Bir nevi kendi aramızda geliştirdiğimiz bir gelenek oldu kısacası. Her özel günde ilk karşılaştığımız yerde, Taksim Meydanı'ndaki tramvay durağında aynı saatte buluşuruz. Saat tam 11'i gösterdiğinde, iki elimiz kanda olsa bile orada oluruz. Muhakkak!

Bugün 14 şubat, yine aynı yerde buluşacağımızı biliyor ve mutluluktan havalara uçuyorum. Nedendir bilmiyorum, hep böyle hissediyorum buluşacağımız zamanlarda. Halbuki önceki akşam akşam yemeğindeydik. Bugünün geçirdiğimiz diğer 14 Şubat'lardan farklı olmasını istiyorum, o yüzden bir miktar hazırlık da yaptım. Bu yıl iki hediye birden aldım. Ee, yaş kemale erdi artık, yıl 1998 yani yaş oldu 28. O'na artık ömrümün geri kalanını birlikte geçirmek istediğimi söyleyeceğim. Bu aslında bir sır değil, aramızda olan diğer yazısız anlaşmalar gibi ikimizde inceden bu konuyu biliyor ama yine de birbirimize çaktırmıyoruz.

Saat 09:00. 09:45'teki Beşiktaş vapuruna binecek olursam, tam saatinde orda olurum sanırım. Hediyelerimi bir daha kontrol edeyim, bir sorun olmasını istemiyorum.

Birincisi bir karakalem çalışma, bildiğim bir ressam var Kadıköy'de. Her zaman aynı yerinde açar tezgahını ve vesikalıktan portreler yapar. Vesikalık fotoğraflarımızı götürdüm geçen hafta, ikimizi yanyana çizsin diye. Kelimelerle aram pek iyi değildir, annem küçükken hep bu sebepten dolayı "Cemil, kekelemeden konuşsana it sıpası" diyerekten azarlardı beni. Babam da "Karışmasana hanım, çocuğu aptal edeceksin, vurma o kadar kafasına" diyerek araya girmeye çalışırdı. Canım babacığım, güzel anneciğim. Nur içinde yatın.
Evet, bizi yanyana çizsin fotoğraflarımızı verdim diyordum, ama dedim ya kelimelerle aram pek iyi değildir diye beraber yaşlanmak, bir ömrü beraber harcamak istediğimi anlatmak için bizi çizerken yaşlandırmasını istedim ressam Hüseyin Amca'dan. Önce gözlüklerinin üzerinden şöyle bir baktı, sonra bıyık altından gülerek Senin saçlar gider ama!" deyiverdi. "Olsun be amca" dedim "Canın sağolsun!"

İkinci hediyeyi nereye koymuştum? Hah, buldum. İç cebimdeydi. Onu da tanıdık bir kuyumcudan aldım, Kapalı Çarşı'dan. Güzel bir tek taş pırlanta. Nam-ı diğer 'Altın Vuruş'um, yani evlenme teklifim için.

Çeyrek geçiyor, artık evden çıkmalıyım. Umarım bu karlı günde bir kaza bela olmaz da sağ salim temiz pak gidebilirim.

Saat 10:50, daha on dakika var. Nasıl beklerim şimdi bu heyecanla? Neyse oturayım, nasılsa gelir birazdan. Beni bekletmeyi pek sevmez. İşte göründü bile sevgilim, yaşasın çok heyecanlıyım. Hmm, bugün ona geçen sene aldığım siyah paltosunu giymiş. Çok yakışıyor. Değilmiş. İnsan insana benzer derlerdi de inanmazdım, ne kadar çok benziyor yahu.

Saat 11:30 oldu hala gelmedi. Birşey mi oldu ki acaba? Annesi mi? İşten izin mi alamadı yoksa? Yok yok olamaz dün akşam konuştuğumuzda böyle birşeyden bahsetmemişti. Hem bir sorun olsaydı telefon ederdi benim Aşkım.

Saat 13:00 oldu yahu, gidip birşeyler yesem mi acaba? Kahvaltı bile etmemiştim. Telefonuna cevap da vermiyor. Ne oldu ki acaba? Yok yok biraz daha bekleyeyim en iyisi, sonra beraber gideriz. Hem beni burada göremezse çok üzülür sevgilim. Evine gitsem? Yok yok koskoca Beşiktaş'ta bir insanın evini adından nasıl bulabilirsin ki? Mümkün değil olamaz. Bir daha arayayım en iyisi. Hah, şimdi de cep telefonuna ulaşılamıyor. Nefret ediyorum şu anonstan, the number you have called bidi bidi bidi...Ev telefonları; kesilmişti dün. Offf!

"Saat 20:00.
Şimdi haberler.
Taksim müdavimlerinin yıllardır görmeye alıştığı Meczup Cemil meydandaki tramvay durağında bu sabah saatlerinde ölü olarak bulundu. Yetkililerin yaptığı açıklamada sabah devriyesinin görevini yapmakta olduğu sırada durakta kendini asmış olarak bulunduğunu belirten yetkililer ayrıca, duraktaki banka yaslanmış bir adet tablo ve merhumun iç cebinde beyaz altından muhtemelen taşı düşmüş bir adet yüzük bulunduğunu ve şu anda merhumun yakınlarının araştırıldığını bildirdiler.

Yıllardır her 14 Şubat'ta yoldan geçen sevgililere elindeki tabloyu göstererek onları uzaktan öpücüklere boğan Taksim'in bu renkli simasına bir kez daha Tanrı'dan rahmet, sevenlerine sabırlar diliyoruz."



..Amin.


-Şubat 2006-

Pazar, Eylül 17, 2006

Rüya

İşyerine gitmek için bineceği otobüsü gördüğünden beri, yaklaşık 2 dakikadır, aralıksız koşuyordu. Ta ki durağa yetişemeyeceğini anlayıncaya kadar da koştu. Otobüsün durağa yanaştığını gördü, kalkışını izlerken nefes nefese, içten bir "Has...tir!" dedi. "Geç kaldım..."

Uyandığında tam anlamıyla iç çamaşırına kadar terden ıslandığını farketti, heyecanla hemen saatine baktı. İçi rahatlamıştı, evden çıkmasına daha 45 dakika vardı. Erken kalkmanın vermiş olduğu rahatlıkla önce ılık bir duş aldı, traş oldu. Dikkatle saçlarını tarayıp, nemlendirici sürdü.

Saatine baktığında hala evden çıkmasına 15 dakika kadar olduğunu gördü, "Vay be, biraz kassam kahvaltı bile yapabilirdim." diye mırıldandı kedisinin mamasını, suyunu verirken.

Üstünü değiştirip, en sevdiği gömleğini giyip, kravatını taktı. Üzerine uygun bir ceket aldı. Merdivenlerden ağır adımlarla çıkarken çelik kapının krişlerine çarparak durduğu yere isyan edermişcesine çıkardığı haykırışı duydu. Dış kapıya yaklaşıp otomatiğin artık sararmış düğmesine basarken sabahın bu kör saatinde komşuların kendisi hakkında dudaklarının arasından mırıldanarak çıkan iyi niyetlerini düşünmemeye çalışıyordu.

Her zaman ki gibi kapıdan çıkar çıkmaz sigarasından bir tane aldı ve yakıp dudakları arasına tutturdu. Midesinde garip bir his vardı, gazla karışık bulantı gibi.

Servis minibüsünün durduğu köşeye gelerek beklemeye başladı. Duvara yaslanmış, orada olduğuna hiç aldırmadan gelip geçen insanları seyrediyordu. Bir tuhaflık hissediyordu. İnsanlar, gelip geçerken orada durmuş servis minibüsünü beklerken yanından geçen insanlar, gerçekten O'nu hiç umursamıyor ve hatta orada hiç yokmuş gibi davranıyordu. Tüm bunlar aklını kurcalarken, ilerideki ışıklarda servis minibüsünün durduğunu gördü. Nihayet servis minibüsü geliyordu ve sıcak minibüste güzel bir uyku çekebilecekti, en azından şirketin giriş kapısının önüne varana kadar...

Kırmızı ışık yeşile döndüğünde, yaslanmış olduğu duvardan destek alarak dikildi ve caddeye doğru bir adım attı. Servis minibüsünün durup, onu alabileceği uygun bir yer bulma niyetiyle sağına soluna şöyle bir baktı. Parketmiş arabalarının arasından uygun bir yer bularak caddeye adımını attı ve yaklaşmakta olan servis minibüsünü beklemeye başladı.

Midesinde hissettiği bulantı şiddetini arttırarak beynine sıçradı, bu işte bir yanlışlık olmalıydı. Servis minibüsü, koskoca adam önünde dikildiği halde, durmadan gitmişti. Servis şoförüne küfrederek, cebinde cep telefonunu aradı. Kahretsin, evde kalmıştı.

Tüm tersliklerin kendisini bulduğu hakkında ince düşüncelerini mırıldanarak eve döndü, cep telefonunu alarak vapur iskelesinin yolunu tuttu.

Midesinden başına sıçrayan ağrı şiddetini gitgide arttırıyordu. Işığın yanmasını beklediği kavşakta başını iki eli arasına alarak sıkıştırdı. Gözlerini kapatıp, derin bir nefes çekti. Gözlerini açtığında hem başındaki ağrı geçmiş hem de yeşil ışık yanmıştı.

Caddeye inmek için bir adım attı, sonra bir tane daha. Alışkanlığı olduğu üzere, araçların geldiği yöne, sol tarafa başını çevirdi. İleride kırmızı bir arabanın ışıklara yaklaştığını gördü. Kırmızı tuhaf bir arabanın, durmak yerine sanki daha da hızlanıyormuş gibi gelen, inadına üzerine sürüyormuş hissi uyandıran bir arabanın...

Baş ağrısı gözlerinde çakan bir şimşek gibi beynine vurduğunda kırmızı araba çoktan geçmiş gitmiş, hatta gözden kaybolmuştu.

Vapur iskelesine yaklaştığında, vapurun neredeyse kalmak üzere olduğunu gördü ve koşmaya başladı. Tıpkı rüyasında gördüğü otobüs gibi...

Koşarak gişeden bir jeton aldıktan sonra hızla turnikeden geçti ve çıkış kapısına doğru yöneldi. En azından kapı kapanmadan vapura bindim diye gülümsedi.

"Rüzgara karşı yaktığı sigara yanında demli bir bardak çay, işte İstanbul..." dedi kendi kendine, "İşte, İstanbul'um..."

Vapur ani bir sarsıntıyla durduğunda, iskeleye yaklaştıklarını anladı. İnmek için ayağa kalktığında karşısında dikilen, gözlerinin içine dik dik bakan bir çift göz gördü. Tanıdık gibi gelen ama daha önce hiç görmediği bir çift göz. Karşısında dikilmiş, dik dik gözlerinin içine bakarak "Kalk artık, geç kaldın" diyen bir çift mavi göz. Tam da "Ya hu, ayaktayım ya" diyecek oldu ki; beyaz tül perdelerin arasından fırsat bulabildiği kadar parlak bir güneşin gözlerini doldurduğu bir odanın ortasına kurulmuş yüksek bir yatakta, ipek nevresimler içerisinde yattığını farketti. Karşısında sabırlı bir eş edasında gülümseyen ve ondan kalkmasını isteyen o mavi gözleri gördü.

İpek nevresimlerle kaplı yatağında doğruldu, eşinin gülen gözlerine anlamsızca baktı. Banyoya doğru yürüdü, ayaklarında karşı koyamadığı bir ağırlık, içinde ise aynı sıkıntı vardı.

Kafasını kaldırıp, hilton lavabonun üzerinde asılı duran altın yaldızlarla çevrili aynaya baktı. Gözlerinin altında yeralan ve yılların ağırlığını taşıdığı belli olan torbalar gözlerinin kenarındaki kırışıklıklarla ve sadece kulaklarının üzerinde kalmış beyaz saçlarıyla anlamsız bir uyum sergiliyordu.

Heyecandan soluğunun hızlandığını hissetti, tâ o ilk rüyasında koşarken olduğu gibiydi. Uyandığında karşısında duran o kadınla ne zaman tanıştığını, bırak ne zaman evlendiğini düşündü. Ne olmuştu? Ne zaman yaşamıştı tüm bunları? Ne zaman? Ne olmuştu? Ne halt etmişti?..

Soluk alıp verişi gitgide hızlanırken, vücudunun aslında hatırladığından çok daha güçsüz olduğunu farketti ve ellerini dizlerine dayayarak eğildi. Gözlerinin önünden hayatı bir film şeridi gibi geçip giderken nefes nefese içten bir "Has...tir!" dedi. "Geç kaldım..."

Perşembe, Eylül 14, 2006

yolcu (#1)

Bu defa çok sevilen bir rock şarkısıdır ıslığındaki bunun.

Ağır aksak adımlarla ilerlemektedir. Gözüne ilk çarpan tekel bayiine girecektir, kesin kararlı! Ama bilmektedir ki yolu uçsuz bucaksız çölleredir, kimsenin yaşamadığı ücra köşelerdedir.

Her şeye rağmen içindeki küçücük umudunu koynuna sokuşturduktan sonra, paltosunun önünü sıkıca kapar. Yapması gereken tek şey sırtını dönüp gitmektir artık. Bir adım atar, sıra ikincisindedir ama yapamaz. Sol bacağındaki ağırlık ve acı gitgide artmaktadır. Geriye dönüp göz ucuyla bacağına bakar, cebindeki çakısını çıkarır ve baldırını ısıran köpeğin böğrüne saplar.

Az sonra gözden kaybolmuştur bile..

Çarşamba, Eylül 13, 2006

fotoğraflar #6

copyright (c) crato

bir gün

birgün,
gözümü kapattığımda
ya da karanlıkta
göremezsem gözlerini eğer
anlayacağım ki
kapatmışım gözlerimi sonsuza
bir daha bakamayacağım gözlerinin tâ içine
birgün,
gözünü kapattığında
gelmişsem bir anda aklına
ve kalmışsam birkaç saniye de olsa
anla ki
kapattım gözlerimi sonsuza
bir daha asla
bakamayacağım gözlerinin elâsına

Perşembe, Eylül 07, 2006

Mektup

Bugün. Saat gecenin bilmem kaçı. Unutmuşum mektup nasıl yazılır.
Hele hiç şimdiye kadar hiç mektup yazmadığın birine ne yazabilirsin ki? Nasıl söze girersin? Yüzaltmış karakterde "Ah, aşkım sen benim her şeyimsin, bir tanemsin sen!" demek, hele şu içinde bulunduğumuz iletişim çağında çok daha kolay geliyor insana. Her zaman yapıldığı gibi önce ellerinden mi öpmeli, sonra ahbapları mı sormalıyım bilemiyorum. Yoksa önce seni özlediğimi söyleyip, daha fazla konuşamadığımı dile getirmek için "üç nokta" mı koymalıyım en sonuna? Benim gibi çizgilerini bile dillendirebilmekten yoksun biri nasıl konuşturabilir ki yanyana gelen harfleri?

Bugün. Saat gecenin bilmem kaçı. Unutmuşum mektup yazmayı ve seni nasıl sevdiğimi.
Tam dört yıl ve iki buçuk ay olmuş ayrılalı. Ne diyebilirim ki seni çok seviyorum demekten başka? İnan bilemiyorum. Sen benim ilk aşkım, ilk kadınım oldun hayatıma giren. Bana, ben olmayı öğreten; hani o bitmeyen kumarhane gecelerinde ya da gözyaşlarınla ütülediğin gömleklerimi asarken.

Bugün. Saat gecenin bilmem kaçı. Unutmuşum cümle kurmayı ve gözlerini. Her zaman yaşlı ve durgun bakan gözlerini. Aşkımızı haykıran, kırık kalpli gözlerini…
Bitiremedim halen üniversiteyi biliyor musun? Yalnız yaşıyorum yeni aşklarımla beraber. Bir de köpeğim var adı Ares, dört aylık oldu. Görmelisin bir gün mutlaka, mavi gözlü, beyaz, üzerinde kahverengi benekleri var, küçücük ponpon bir kuyruğu var. Doğarken kesmişler. Ah! Nasıl da unuttum bir de asma yaprağı gibi dolmalık kulakları… Evet, adını Savaş Tanrısı Ares’ ten alıyor, doğru. Ama karakterleri zıt merak etme. Aslında tanıştırayım ben sizi, nasıl olur? Eminim ki çok seversin, biliyorum sen de sevdin hep köpekleri, gerçi hiç sevmesen bile Ares öyle şirin ki! Mutlaka seveceksin, eminim. Ama havalar soğudu yeniden, korkuyorum dışarı çıkarmaya, daha çok küçük ve hasta olur. Neyse, havalar ısınınca getiririm yanına ilk fırsatta, tabi sizin oradaki bekçilere biraz rüşvet vermek gerekebilir. Ne yapalım, başa gelen çekilir. Ağabeyim hala dönmedi bu arada, çalışıyor sürekli. Geçen hafta konuştuk en son, o da çok özlemiş. “Dönemem ama” diyor, 2006’ ya kadar böyle olmak zorundaymış.

Bugün. Saat gecenin bilmem kaçı. Unutmuşum konuşmayı ve en son sana ne zaman seni seviyorum dediğimi.
Sormayı unuttum, babacığımı gördün mü hiç oralarda? Bulabildi mi seni? Senden hemen sonra çıktı peşinden, bilmiyorum seni bulmak için sanırım. Telaşla çıktı, bir yere yetişmek ister gibi bir hali vardı. En son baktığımda gözlerine; yorgun ve mahçuptu…

Bugün, tam dört yıl iki buçuk ay olmuş seninle ayrılalı. Bu belki ikinci, belki de üçüncü seslenişim sana. Umarım duyuyorsundur beni, çünkü hala seni deliler gibi seviyorum annem.

Mart – 2003

Çarşamba, Eylül 06, 2006

Yaa şamak!

"O dolap sana 100 lira olur birader" diye ileri atıldı satıcı. "Tabi, tabi" dedim sırıtarak. "Beni çok yakından tanırsın zaten değil mi sen? Ha ha ha!" diyordum ki, sağ elini kaldırarak sözümü kesti. "Sen Çemişkezekli Vahap?ın oğlu Kırık Sami değil misin?" diye sordu. Donakaldım, bozuntuya vermeden, "100 lira benim için de gayet uygun abi" deyip dolabı satın aldım.

O sırada günümüz popüler müziklerinden hareketli örneklerin çalındığı radyo yayını birden kesildi ve sözü her Polis Radyosu çalışanının yapacağı şekilde mesafeli bir yaklaşımla seyircisine seslenen spiker aldı. "Çok acil kanamalı bir antropolog zıvzıması hastası için hoppa hoppa RH+ kana ihtiyaç vardır. Duyanların, yerini bilenlerin ve hatta yerini bilmediği halde bildiğini sananların en yakın polis karakoluna gelerek ifade vermeleri istirham olunur" Yapılan anonstan ters giden birşeylerin olduğunu anlamak içten bile değildi. Dolabı ve satıcıyı orada bırakarak o bölgeden derhal uzaklaştım.

Eve geldiğimde saat 11:00?e geliyordu. İçeri girdikten sonra ışıkları açmadan bir süre boyunca öyle bekledim. Sevgi?yle görüşmeyeli tam 3 gün olmuştu. Kafamı iki yana sallayarak Sevgi ile ilgili şeyler aklımdan uzaklaştırdım. Lambanın düğmesine ağır ağır uzandım ve düğmeye bastım.
Ters giden birşeylerin olduğunu radyodaki anonstan anlamıştım zaten, elektrikler kesikti.

Gözlerimi kapatarak yıllar önce Taiwan? da aldığım eğitimleri aklıma getirmeye çalıştım ve karanlıkta ileri doğru bir adım attım. Herşey yolundaydı, bu şekilde yaklaşık 22 adım daha atabilirsem hiç bir eşyayı kırmadan mutfağa ulaşabilecek, küçük tüpü yakarak kendime sıcak bir kahve yapabilecektim. Nitekim 4. adımda hiç aklımın ucundan dahi geçmeyen bişey oldu ve kafamı kapıya çarptım.

Gözlerimi açıp saatime baktım, karanlıkta okuyabildiğim kadarıyla 12:30 civarıydı ve iki gündür heyecanla beklediğim dizi başlayalı 15 dakika olmuştu. Elektrikler kesikti ve ben hâlâ antrede, kapının önünde yerde oturmaktaydım.

Mutfağa vardığımda mermer tezgaha tutunarak ayağa kalktım, cebimden çağmağımı çıkararak tezgahın üstünde her daim duran küçük piknik tüpünü yaktım ve üstüne bir kaç fincan kahve yapabileceğim kadar su koyarak beklemeye başladım.

Son günlerde televizyon kanallarında kar yağışının beklendiği söyleniyordu ve hava oldukça soğuktu. Elektrikler kesik olduğu için kombi de çalışmıyordu. Montumu ve atkımı hiç çıkarmamaya karar verdim.

Kahve suyu ısınmıştı. Kahvemi en sevdiğim kupaya doldurarak, elimde kahvem salonun penceresine doğru yürümeye başladım. Köşedeki sokak lambasının ışığı perdelerin arasından yerdeki halının desenlerini aydınlatıyor, insanın aklına olmadık şeyler getiriyordu. Pencereye yaklaştım, önünde durdum.

Bir süre aklımdan tek bir düşünce bile geçmesine müsaade etmeden sokak lambasının ışığında düşen karları seyrettim. Sokak lambası yandığına göre evimin elektriği bilinçli olarak kesilmiş olmalıydı. Aklıma birden iki aydır yatırmayı unuttuğum elektrik faturası geldi, hüzünlendim.

Tam düşüncelere dalacakken nefesimin sıcaklığı ile camda oluşan buğuya takıldı gözlerim ve bilinçli olarak nefesimle camın her tarafının buğulanmasını sağladım.

Yaşamak; gecenin zifiri karanlığına rağmen camdaki buğuya güneşi çizebilmektir derler. "Akşam olup, gecenin zifiri hüznü çökünce üzerime, kafamı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum önce, sonra çiziyorum güneşin resmini camdan yansıyan buğulu gözlere...
Kim bilir belki de bu yüzden evdeki tüm camlarda çizilidir gözlerin, gözlerindeki güneşim.." diye aklımdan geçirirken aklıma 3 gündür görmediğim sevgilim sevgili Sevgi geldi ve kahvemden bir yudum daha aldım.

Kahvem bittiğinde saat 01:00? i geçiyordu. Elimdeki fincanı el yordamıyla bulduğum sehpanın üzerine koyarak camın hemen gerisindeki koltuğa oturdum. Gözlerimi açtığımda hava aydınlanmıştı, saat 08:00? e geliyordu.

Doğruldum ve işe gitmek üzere evden çıktım.

Salı, Eylül 05, 2006

...

bir damla gözyaşı düşer gökteki karabuluttan,
sonra bir yağmur boşanır yürekten.
şimşekler çakar gözlerde,
yıldırımlar bir bir üzerine düşer.
beden yenik,
beyin yenik,
yürek
can çekişir...

fotoğraflar #5

Doves

Cuma, Şubat 03, 2006

The Number You Have Called....

Saat 00:05.
"The number you have called cannot be reached at the moment. Please,try again later..."
Son yaptığım aramadan bu yana tam otuz iki dakika geçmişti ve hala kulaklarımda çınlıyordu. Bu anonsu yirmi sekiz defası ingilizce olmak üzere tam 47 defa dinlemiştim. Artık o ses kulaklarımdan hiç gitmiyordu. "The number you have called..."

Saat 01:17.
Oturuyorum, radyoda "Bu yalnızlık benim" diyor Ahmet Kaya, yasaklanmadı mı diye düşünüyorum ve tekrar arama yapmak üzere iki defa sol üstteki yeşil düğmeye basıyorum. Bununla birlikte tam 372. defa basmış oluyordum aynı düğmeye. Sigorta olsa iflas ederdi diye düşünüyorum ve aynı anda telefonun karşı tarafından gelen sesle irkiliyorum, "The number you have called..."
Aklıma türlü fikirler geliyor ama bir türlü uygulayamıyorum, kalkıp kapısına dayanmalıyım aslında diye düşünüyorum. Vazgeçiyıorum... Hem nasıl kırabilirdim ki çelik konstrüksiyondan imal o dev kahverengi kale kapısını. Gülüyorum. Perdeyi aralayıp bir kez daha lapa lapa yağan karın ağırlığında beyazlamış sokağa bakıyorum. Sokak lambası kendini yanmaya zorluyor ama nafile, binbir çileden sonra sönüyor.

Saat 02:00.
Kendime kahve yapmak üzere makinenin düğmesine basıyorum. Fincanımı hazırlayıp başında bekliyorum. Yuvarlak hatlı cam çaydanlık yavaş yavaş dolarken tek düze ses tonundaki anons da son buluyor, "...Please,try again later".
Fincanımı alıp, evi tuttuğumdan bu yana bir kez bile yanma şerefine erişememiş, içi eski gazete ve dergi artıklarıyla dolu şöminenin karşısındaki koltuğuma oturuyorum. Yolunu kaybetmiş hamamböceğinin bir kez durup beni inceledikten sonra parkeler üzerine çizdiği rotayı takip ediyorum.

Saat 06:00.
Oturduğum koltukta uyuyakaldığımı farkedip ayaklanıyorum, şömine üzrindeki mumu yakıp pencerenin önüne geldiğimde sokak lambasının sonunda yanmayı başardığını görüyor ve gülümsüyorum. Sokağın ortasından giden ayak izlerini takip ederek, kalın siyah paltolu, kasketli sahibini tam dolmuşa binecekken yakalayacak oluyorum ama dolmuş hareket ediyor. Dolmuşun camından bana baktığını görüyorum.
Radyo hala açık, ne mutlu yirmidört saat yayın yapan radyo istasyonlarının kurulmasına sebep olanlara diye içimden geçirirken radyoda Kıraç "Deli Düş" diyor.
Omzumda hissettiğim sıcak dokunuş ile irkiliyorum.

Saat 08:00.
Güneş, sabahın ilk ışıklarında özenle açılmış tül perdelerin arasından gözlerime doluyor. Önce güneşten çaldığı ışıklarla çevrelenmiş, karanlık bir gölge gözlerimi rahatlatıyor, sonra karşımdaki yüz aydınlanıyor ve uyanıyorum. Diyafonda duyduğum ses bu sefer "Terlemişsin, kötü bir rüya mı gördün?" diye soruyor siyah kısa perçemleri ela gözlerinin hemen üstünde salınırken. "Hayır" diyorum ve tuttuğu nefesini verişinden rahatladığı izlenimini ediniyorum.
Duş almak üzere banyoya yöneliyorum. Tam içeri girecekken kafamı kapıya çarpıyor ve oturduğum koltukta uyuyakalmış olduğumu farkediyorum.

Saat 00:05.
"Moskova?nın güney batısında meydana gelen tren kazasında..." diye başlayan cümleler geliyor kulağıma, radyo açık ve ses tanıdık.
Gözlerim karanlığa çabuk alışıyor, ayağa kalkıyorum. Alnımdaki sızı dengemi bozuyor.
Koltuğun üzerindeki ceketimi alıp, dışarı çıkıyorum.
Sokak lambasının kararsız ışığı yardımıyla bir an durup önümde uzanan yolu inceliyorum ve sokağın ortasında ilerleyen bir çift ayak izini takip ediyorum. Dolmuş hareket ediyor ve dolmuşun camından pencerenin önünde duran, söndürmeyi unuttuğum muma bakıyorum.

Çarşamba, Şubat 01, 2006

fotoğraflar #4


Pazartesi, Ocak 30, 2006

yüreğinin götürdüğü yere git

Yeni bir günde daha bekliyordum onu. Aynı yerde, aynı saatte,aynı masada, ilk buluştuğumuz gün giydiğim elbiselerim ile...
Her zaman olduğu gibi yine geç kaldı ve yüzü yine asıktı. Sırıttım, "Nasılsın bi'tanem?" dedim. Baktı, baktı ve "Bana bi'tanem deme" dedi. "Sıcağından iki büyük çay" diye seslendim garsona ve döndüm. "Hayırdır?" dedim, "Hayırdır" dedi. Öylece kaldık, gözlerimiz birbirimizin gözlerinde, buğulu gözlerim ve şimşekler çakan gözleri... Öylece birbirimize baktık.
Bir süre sonra "Yeter artık, bugün burada bitiyor" dedi, "Ne bitiyor?" dedim, "Öküzsün, hayvansın sen" dedi. Sinirlendim ve o an fırladım ayağa, "Yeter!" diye bağırdım. Zavallı garson kız koşuşturarak geldi, "Buyrun efendim, bir sorun mu var?" dedi. Utandım ama çaktırmadım, bir büyük çay daha söyledim. Oturdum yerime, baktım gözlerine. Sinirlenmişti, "Anlamıyorsun beni" dedi, "Kabasın, kırıyorsun beni sürekli. Ben ne dersem diyeyim hep senin dediklerin oluyor. Bıktım usandım, artık dayanamıyorum" dedi. Eliyle dürttü. Dalmışım, kendime geldim. Ağlamaya başladı. Durduramadım kendimi, hakim olamadım göz yaşlarıma, ben de ağladım... O sustu, ben dakikalarca hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ettim...
Uyandım ve "İki çay, iki tost" diye seslendim garsona, "Benim karnım aç değil" dedi. "Biliyorum, kahvaltı yapmadım henüz" dedim. Çantasını karıştırmaya başladı, önemli birşeyler arıyor gibiydi, bir resim çıkardı ve uzattı. "Bu İlhan" dedi, "Yakışıklı çocukmuş" dedim, "Yeni sevgilim" dedi. Gözlerindeki buğu artmıştı, duygulandım. Ayağa kalktım, ağlayan yüreğimi görsün istemiyordum.. "Yüreğinin götürdüğü yere git" dedi. "Nasıl!?" dedim, anlamamıştım. "Kitap" dedi, "Hani geçen sene okuman için vermiştim ya, geri getir artık onu." Hatırlamamıştım, zaten zamanla aram hiç iyi olmamıştı. "Peki" dedim, "Yarın getiririm." Tostlarımı bile yemeden sessizce ayrıldım yanından.
Eve döndüğümde ilk yaptığım iş kitaplığa bakmaktı, kitabı buldum. Kapağı ve son sayfaları yırtılmıştı. Bu şekilde geri veremezdim. Kitaplığa tekrar baktım, başka bir kitap buldum "Öğretmenlik Mesleğine Giriş- I" Güzelce paketledim ve öylece verdim.
Katalitik sobayı koltuğun yanına çektim, kahvemi de alıp oturdum ve kaldığım yerden, 17.sayfadan kitabı okumaya devam ettim, kararlıydım bu sefer yüreğimin götürdüğü yere gitmeye...

Cuma, Ocak 27, 2006

fotoğraflar #3

Portre Çizilir
Portre Çizilir

Çarşamba, Ocak 25, 2006

Tek Paragrafta Şizofreni

Hüzün geldi çoktü birden üzerime bilmiyorum neden. Aslında biliyorum da çaktırmıyorum gizlice, sinsiyimdir biraz. Anlıyorum (aslında anlamamazlıktan geliyorum), istemediğimi sandığım bir gerçek var şu hayatta (sadece bir tane gerçek yok tabi hayatta, bu sadece bir tanesi) ki ben eksikliğini hissediyorum, sanırım ki manyağım ben, çünkü gül gibiyim aslında (yok değilim, diken gibiyimdir kesin. İ.ne miyim ben? Tövbee) Neyse işte öyle, ben bir dinazorum, karanlıkta avlanan, sabahları yan gel yat oh keyfim ne rahat yapan... Öyle işte. Ama bilmiyorum etçil mi olmak makbuldür yoksa otçul mu? Yoksa hepobur olup, top yuvarlaktır kazanan dört köşe mi? Bilmiyorum 'o şekil bu şekil var ya' diyesim var içimden, hatta derinliklerden bir çığlık koparıp, 'ateşini yolla bana' diye haykırasım var Abdi İpekçi tribünlerinde, sonra inesim var sahaya şampiyon bir takımın taraftarlarıyla buluştuğu ilk gün ki azametiyle, ama yok olmuyor işte. Sürekli çişim gelince tutuyorum, prostat olma isteği uyandırıyor bu dünya içimde, bir de her şeyi siyah beyaz fotoğraflamayı.. Neyse, bir cigara sarıp içmek lazım uzunundan, o da olmaz ki yalnız başına, zaten kalanlar da gider bugün yarın, kimle buluşup içerim ki ben? Tek başıma mı? Anlamı olmaz ki tek başına deli gibi gülmenin. Kim düşünür ki o zaman senin deli olduğunu? Kim güler ki senin o haline, anlatır sonra sağa ve sola?... Ya da sen kiminle sayarsın yıldızları; sağdan sola, yukarıdan aşağıya kayıp duran?.. Kaderin sillesi bu olsa gerek diye düşünüyorum bazen ama, anlamıyorum doğrusunu söylemek gerekirse inanamıyorum gördüklerime, inanamıyorum değil (yalan olmasın) inanmak gelmiyor içimden. Sonra birden dönüp bakasım var geçmişten bugüne yaşadıklarıma, sonra öğretmeninden azar işitmiş bir talebe gibi önüme dönerim sonra diyorum kendi kendime, ama denklanşöre basmak kadar zor bir işlem bu aslında, ışığın gelip objektiften geçmesi kadar zor, izin almak gibi birşey olsa keşke hayatın yaşadığım bölümünden, ama o kadar yıl oldu, kazanamadım mı ki ben yıllık izin hakkımı? Nerede aramalıyım hakkımı? Ya da istifa mı etmeli, süresiz, ücretsiz izine ayrılmak üzere. Ama kıdemi, tazminatı yakmak var işin ucunda, korkamam o kadar, yakıştıramam bunu kendime sonra ansızın, samanlıkta kediler miyav dediler, daha yazacaktım ama sus dedim kendime, yeter dedim. Sonra da suçu samanlıktaki Tekirler'e attım, yediler herbirşeyimi diye, ondan yazamadım dedim, sızlandım... (Belki gülerim, belki de ağlardım.)

Pazartesi, Ocak 23, 2006

fotoğraflar #2

haydarpaşa
haydarpaşa

Bir Paragraf Aşk

Yıllardan baharın daha önce hiç yaşanmadığı kadar güzel yaşandığı bir yıl, aylardan Nisan mı Mart mı olduğu belli olmadığı bir ay, günlerden haftanın başları mı yoksa sonları mı olduğu kestirilemeyen bir gün. Yine her zaman ki gibi elimde kahvem olmadan camdan sokaktaki köpekleri ıslatan yağmuru izlediğimi varsayıyorum.

Arzu ile buluşacaktık, kavga etmek için heralde. En azından ben öyle düşünüyorum ki ona göre hazırlanıyorum, içten içten hain planlar kuruyorum. Eski Türk filmlerindeki fakir ama gururlu genç duygusunu hiç yaşayamadım ben, aslında bu duyguyu yaşayabileceğim bir fırsat olmasından yararlanarak günümü gün etmeyi planlıyordum ki telefon çaldı.
Arayan Arzu'ydu. Kadıköy iskeledeki durakların orada buluşalım dedi. Ayak üstü birşeyler anlatması gerekiyormuş. "Peki" deyip evden çıktım. Tam sokağın başında duraklayan minibüse binecektim ki pijamayla çıkmış olduğumu farkettim. Eve dönüp en sade ve en güzel pantolonumu giyerek bir sonraki minibüse yetişme telaşı içerisinde koşuşturmaya başladım.

Arzu ile buluştuk. Her zaman ki gibi o konuştu ben dinledim. Susup onu dinlemek de güzeldi benim için. Ayrılmak istediğini, çünkü beni artık sevmediğini, benimle paylaşacak hiçbir şeyi olmadığından falan dem vurmak üzereydi ki sözünü kesip, sıcak birşeyler içmek isteyip istemeyeceğini sordum. Kızdı. Devam etti. Duygusuz olduğumu, onu hiç anlamadığımı, dahası anlamaya da çalışmadığımı anlattı.

Durakladığında gözlerim yaşlarla dolmuştu. Dürttü, yanımızdaki kokoreç arabasını göstererek "Gidelim, gözlerim dumanla doldu" dedi, haklıydı. Ben de dumandan göremez olmuştum. Hasırlara gittik, oturduk. Söylediklerini tekrar ederken içim üşüdü. Sözünü kesip bir çay söyledim. Sonra o yine devam etti.

Sözünü bitirdiğinde söylemek istediğim birşeyler olup olmadığını sordu. O konuşurken karaladığım peçeteyi kastetiyor olmalıydı. "Yok" dedim. "Anlıyorum seni."

Önce elimde buruşturduğum peçeteye sonra gözlerime sert sert baktı. Kalktı ve uzaklaştı.

O uzaklaşırken elimdeki peçeteye baktım. İyice buruşturup, top gibi yaptım ve arkasından kafasına fırlattım. Kafasına vuran peçetenin hırsıyla dönüp şimşek şimşek çakan gözleriyle bana baktı, döndü ve gitti.

Kafasından sekip yere düşen peçeteyi çingene güzeli bir kız aldı ve gevrek gevrek gülerek yüksek sesle okumaya başladı:
"Anladım ki aşk kimi zaman bir inatçılık örneğidir, kimi zaman bağnazlık. Pek çok zaman sakarlıktır, aptallıktır; kör gözlerden ileri gelen. En sağlam mimaridir aşk, 10 şiddetinde depremden sağ salim kurtulmaktır. Yürümeye başladığın yeri unutmaktır aşk, hiç arkaya bakma gereği hissetmediğindendir belki de... Stadları dolduran kalabalığın hep bir ağızdan aynı şarkıyı söylemesidir aşk, hani gönüllerin uyumundan başlayan. Aynı yağmurun altında ıslanıp hasta olmaktır aşk; aynı yağmurun aynı hüznünde ağlamaktan... Bazen boğazı vapurla geçmektir, en güçlü lodosların getirdiği yâr kokusu eşliğinde. Bazen de o vapurdan en karanlık sulara atlamaktır, görebilen gönüllerin rehberliğinde. Ama en önemlisi bir yürekte yaşamaktır aşk, pembe panjurları olsa da olmasa da..."

Küstüm, oturduğum yerden kalkıp yavaş yavaş sahile doğru yürüdüm. Bu onu son görüşüm oldu.

Perşembe, Ocak 19, 2006

fotoğraflar #1

Çatı
Çatıdan Harem

Curriculum Vitae

Ben, takvimler henüz 1979 yılının Haziran ayını gösterirken, sevgili annem ve babamın uygun gördüğü şekilde İstanbul metropolünün kendini bilmez merkezlerinin belki de en meşhur ilçesinde, Beyoğlu'nda doğmuşum. Nasıl diye sormayın, ben de sadece rivayetlerden ve elimdeki resmi belgelerden edindiğim bilgilere dayanarak bu bilgileri sizlere aktarmayı uygun görüyorum. Kısacası biz de ağaç kovuğundan çıkmadık.

İlkokul, ortaokul ve liseyi yine aynı metropolün farklı yönetim birimlerindeki türlü okullarda okuyup bitirdikten sonra garip tesadüfler zincirleriyle girdiğim üniversiteleri hala bitirebilmiş değilim. Aslında böyle uygun gördüğümü rivayet ederler. Yoksa neden hala bitirememiş olduğumu ben bile çözebilmiş değilim. Halbuki hızlı da koşmuyorum, ayrı bir itina gösteriyorum ama yine de seyrek düşüyor.

Özel hayatımı tamamen tüzel çerçevelere oturtarak türlü entrika ve benzeri olgularla mücadele etme sevgisisizliğini göstermiş biri olarak kaybenlerden uzak bir terkeden formunda hayatın bizlere ikram etmiş olduğu zamanı harcayan bir bünye olduğum hiçbir yayın organında çarşaf çarşaf yer almamış olsa da bundan en ufak bir gocuntu duymadığım, hatta içten içten bu histen garip bir haz aldığım dilden dile söylenegelmiştir.

Kimseyi örnek almayan bir kimlikte bulunmak için özellikle bir tavır sergilemeyen bu kişiye elbette kıskançlıklar yaşatacak türlü becerikli simalar gelmiş, geçmiştir ve hatta bununla beraber hala daha bu fiilleri itina ile sürdürmekte hiçbir sakınca görmeyen ve hiç bir zaman yerim dar psikozlarına düşmeyen yaşam formlarımız mevcuttur.

Ben hayatın bilfiil paylaşılan zamanlara sığdırılamıyor olmasından şikayetçiyim aslında. Sevilmiyor olmam bundan kaynaklanıyor belki de. Ne olurdu ki bir miktar daha vakit olsaydı da şöyle ferah ferah takılsaydı bünyeler. Belki de bu yüzden sevmiyorum her türlü gsm zevatını, belki de bu yüzden tutamıyorum hayatı, tutunamıyorum hayata...