Salı, Ekim 31, 2006

Uzaklar

Yine içimde uyanan gitme güdüsünün ayaklandırdığı bir sonbahar akşamı yaşamaya başladığımı hissediyordum oturduğum koltuktan ağır ağır doğrulurken. Koltuğun yanındaki soğuk mermer sehpa üzerindeki yarıya kadar dolu fincanı alarak kahvemden bir yudum aldım. Sehpanın üzerinde yanan mum bu hareketimden rahatsız olmuş gibi titredi, zaten zorlukla aydınlattığı odayı terketmek ister gibi soldu. Ona baktığımı, ona kızdığımı anlamış gibi alevini yeniden güçlendirdi. Mumu söndürdüm ve ağır adımlarla karanlıkta yerinden emin olamadığım mutfağa yöneldim.

Karanlık koridorda yürürken elimde tuttuğum fincanı dudaklarıma yaklaştırarak soğuk bir yudum daha aldım. Çaresizce evi bekleyen ahşap bahçe kapısına vuran yağmur damlalarının, rüzgarın da etkisiyle çıkardığı çarpışma sesleri düşüncelerimi bölüyor ve her defasında aklımı yollara doğru çeliyordu.

Göz ucuyla sabaha karşı eve girerken bir yerlere fırlatmış olduğumu düşündüğüm paltomu arıyordum. Karanlık salonda emaneten duran sandalyelerden birinin yakınında, düşüncesiz bir biçimde yerde yatan silüete doğru ağır adımlarımı yönlendirdim.

Kapı yaklaşırken yağmurun hiddetle dövdüğü ahşap kapının onu bu karanlık yalnız evde tek başına bırakmamam için yalvardığını duyar gibi oldum. Paltomu üzerime geçirdim, ağır çelik kapıyı ardımdan çektim ve merdivenleri çıkmaya başladım.

Arada sırada geçen taksiler dışında cadde bombuştu. Bu saatte yapacak bir işi yokmuş gibi biçimsiz taşların oluşturduğu kaldırımı süpüren kadının yanından geçtim. Yine yolları düşünerek yürüyordum. Ağzı sıkı sıkya bağlanmış soluk renkli çöp torbalarının arasından kafasını çıkaran bir kedi egemenlik kavgalarından birinde kaybettiği gözünü gururla sergiler gibiydi. Eğemenliği altındaki çöplükte onu yalnız bırakarak uzaklaştım.

Şimdi lambalarının sarı ışığıyla yer yer aydınlanan sokaklardan birinde yerde parlayan bir cisim dikkatimi çekmiş ve o tarafa yönelmeme sebep olmuştu. Düşünüyor ve yürüyordum. Yanına kadar geldiğimde çömelerek parlayan cismi elime aldım. Yarım bir bebek yüzü gibi duruyordu. Hani şu evlerimizin salonlarında sergilemekten gurur duyduğumuz, estetik kaygısından uzak, isimsiz heykeltraşların döktüğü biblolardan birine ait olmalı diye geçirdim aklımdan. Ne kadar da tanıdık geliyordu. Yağmurun sıçrattığı çamurlarla kirlenmiş yarım bir yüz... Soğuktan titreyen ellerimle temizlemeye çalışarak paltomun cebine koydum ve yürümeye devam ettim.

Gökyüzünün duru maviliği her yeri dolduruyordu. Uzun zamandır fotoğraf çekmediğim aklıma geldi. Halbuki fotoğraf çekmek için ne de uygun bir zamandı. Öyle ya "mavi saatler"i, bir fotoğrafa kaydedilmek için en güzel saatleri, yaşıyordu şehir.. En büyük aşkım diye söylediğim, terketmek için yanıp tutuştuğum ve hiç bir yere gitmemem için görünmez prangalarla beni bağlayan şehir. Bir daha görmek istemezmişcesine paltomun ceplerine sokuşturduğum ellerimi çıkararak yüzüme yaklaştırdım. Uzun zamandır şehirle sevişememiş olmamın suçlusu olarak gördüğüm ellerimin karşımda suçluluk duygusundan süklüm püklüm eğildiğini görmek istermişçesine gözlerimin dibine kadar soktum. Soğuktan titrediğini ancak görebildiğim ellerime bakarak yürüyordum. İleriden gelen hızlı ayak seslerinden çekinerek tekrar saklamak üzere paltomun ceplerine sokuşturdum.

Karşı kaldırımdan geçen birileri tarafından izlendiğimi hissettim. Kafamı kaldırıp göz ucuyla bakacak oldum, vazgeçtim. Gözlerimi tekrar ait olduğu yere, adımlarımın hemen önüne indirdim. Adımlarımı hızlandırdım. Paltomun sağ cebine sakladığım elim kendine ilgilenecek bir oyuncak bulmuş, tüm ilgisini ona yönlerdirmişti.

Ayaklarım ıslanmış ve üşümeye başlamıştım. Kalorifer peteklerinin anlamsız bir coşkuyla ısıttığı evime dönmeli miyim diye başlayan düşünceler çok geçmeden uzaklara gitmenin verdiği huzuru hissetmeme neden oluyordu. Dönmüyordum, aksine uzaklaşıyordum; düşüncelerle boğuşan beynimin özgür bıraktığı ayaklarımın izinde ilerlemeye devam ederken.

Yağmur dinmiş ve evden çıkalı bir kaç saat olmuştu, artık adımlarım yavaşlamıştı. Hava artık tamamen kararmış, bana yol gösteren bir tek sokak lambaları kalmıştı. Az sonra onlar da söner diye düşünürken, altından geçtiğim sokak lambasının ışığı titredi ve soldu. Gülümsememe engel olamadan ilerledim. Sağ cebimden çıkardığım anahtarla ağır demir kapıyı açtım ve yüzüme çarpan sıcak havaya aldırmadan apartmandan içeri girdim.

Pazartesi, Ekim 30, 2006

Kahve

Kahve ... Yetiştiği ağaçta bulunduğu yüksekliğe göre kalitesi değişecek kadar hassas çekirdeğinden içimine kadar muhteşem bir uyum zorunluluğu olan, kokusuyla aşıklarını diyardan diyara gezdiren, aromalarıyla duygulandıran, yakılmadan sonsuz bir nezaketle kavrulan çekirdekleriyle ağlatan kahve...

Sahilde, bulutlu ve ağladı ağlayacak bir havada rüzgarın nazik teması eşliğinde olmalı kahve ile randevu. Bu havada sevişmeli kahvenin muhteşem kokusuyla...
Şehir hatları vapurunda elde erdemli ve yiğit bir mizahi dergi ile oturmuş, hayal ile gerçek arası buram buram kokusuyla dağıtırken kafanın içindeki bulutlu düşünceleri, tam da boğazın o eşsiz manzarası bir kez daha hafızlara kazınırken, gözlerinden gururu, yüreğinden onuru rahatlıkla okunabilen, firesiz karbeyazı saçları, eski moda kocaman plastik çerçeveli gözlükleri, her parçasıyla beyefendiliğini onaylayan pardesüsü ve elindeki küçücük poşeti ile içeri girdi. Merdivenlerden çıkıp üç, bilemedin dört oturağı geçip durdu.

O muhteşem gözler önce bir çevreyi süzdü, sonra önüne düştü. Bu sırada sağ eliyle öbür elindeki poşeti bakmadan karıştırmaya başlamıştı. İçinden ne olduğu önemsiz bir tahta parçası ve bir de karton çıkarıp anlatmaya başladı.

Gurur ... Yeni moda kalıplara sahip bir elbise gibidir, her bedene uymaz. Ama sahibinde gerçekten özgündür, imrendirir.

En fazla beş kelimelik kısa cümleler ile satışını yapmak istediği malzemeleri anlatmaya çalışıyordu. İki kelimede bir yutkunup, kanayan gözlerini durdurmaya çalışarak ...

Titreyen ses insanların korktuklarını ya da çok heyecanlandıklarını ispiyon eden bir köstebek gibidir aslında. Yaşlı adamda ise; meydanda bir düğün müjdeleyen Osmanlı tellalı gibi hâlâ var olan onuru müjdeliyordu göğsünü gere gere.

Kıkırdamaya başladı gençler hemen önümde. Yüzleri, utançtan kızarmış dalgalı denizden ayıramadığım yüzüme dönük oturur halde fısıldaşmaya başladılar yaşlı adam hakkında. Ellerinde herşeye rağmen aldıkları birer tahta parçası ve karton ile ...

Neden sonra uzun sarı saçlı, kirli sakallı, bir elinde çayı diğerinde sigara ve sırtında yağmurluğu ile biri geldi. Sırtındaki çantasının izin verdiği ölçüde oturağın ucuna oturarak eğildi ve gençler ile konuşmaya başladı. Gözleri durgun, bedeninin aksine zihni zıpkın gibi ...

Sorularla sohbet ettiler iki ara bir üç dakika...

Yaşlı adam elinde sıkı sıkı tuttuğu -artık boş olan- ufacık poşeti ile yavaş yavaş uzaklaşırken, titreyen bir yürek gördüğünü sanan gözlerdeki buğu artık soğumuş, tırmalaya tırmalaya yürekten sızmaya başlamıştı bile...

Islak iskelede yürürken tadına varılan kahve kokusu gibisi yoktur, ne yar kucağında ne de ana ocağında... Kurtarır tüm düşünceleri beynin güçlü prangalarından, çeker bedeni ve sadece küçük bir öpücük kondurur yüreğinin en ince yerine ...

Teşekkür ederim.
O' na.
Sevemediklerime.
"Kahve" ye.
Ve Onlar'a. Kendini bilenlere ...


27 Ocak 2004, Salı Saat 09:24

Salı, Ekim 17, 2006

fotoğraflar #8