Çarşamba, Eylül 27, 2006

Evet, işte tam orası!..

Güneş, sabahın erken saatlerinde gösterdiği aydınlık yüzünü karanlık ve korkunç bulutların ardına saklayarak günün moralleri bozmak uğruna kestiği rollerin yolunu açtığı sırada zihnin derinliklerinden parıldayan ışık gibi gözlerinin imgesini görmek önce...

Yağmur jilet gibi keskin damlacıklarını yorgun bedenin üzerine serpiştirirken, sıkıntıyla atlatılan merdivenlerden sonra açılan kapının ardından hücrelerin mis kokuyla dolması ve hemen ardından büyük buluşma... Evet, işte tam orası!

Her daim nemli gözlerde sanki hiç bitmeyecekmiş gibi duran neşe, saf sevgi ve sonsuz sıcaklığın arkasındaki narin incilerle karşılaşma... Yüzyıllar boyu sürecekmiş hissi uyandıran o an. Hiç bitmemesi dualarıyla desteklenen yakarışlar. Dur!... Olmuyor, bu hayatın kumandası benim ellerimde değil, durmuyor.

Sonrasındaki kaçışlar. Görmemeli, duymamalı, bilmemeli. Kaç! Durma haydi, koş!..

Saklandıysan zihnindeki en karanlık dehlizlerden birine, kaldır kafanı. Göremez artık. Şimdi bırak göz kapakların açılsın. İzin ver yanaklarını yıkasın yüreğinin tuzlu duyguları. Bırak damarlarında akan sıcak kırmızı sevgi hayatına son noktayı koysun...

Pazar, Eylül 24, 2006

fotoğraflar #7

Sevgi

"Bu şehri bu kadar çok seviyorsam iki sebebi vardır gönlümde. Güzel yağan yağmurları ve güzel poz veren fotojenik bir yüzünün olması." diye başladığım yazımı gece vakti elektriklerin kesilmesiyle bitiremeyecek durumdaydım. Yaktığım mum ve bilgisayarımın pili ömürlerinin sonuna yaklaşmaktaydı. İçeriden gelen tıkırtılar akşam gittiğim gece kulubünden birlikte çıktığımız kıza ait olmalıydı. Gülümsedim, garip ve bir o kadar da yabancı olduğum bir hayatı yaşamaya başlamıştım. Hem de hiç acemilik çekmeden.
Yatak odasına doğru yürüdüm. Aralık olan kapının arasından baktığımda yatakta huzurlu bir biçimde uyuyan sırtüstü uzanmış, garip bir biçimde tanıdık bir samimiyet duygusu uyandıran çıplak bedeni gördüm. Camdan odaya sızan loş ve güçsüz ışığın bedeni üzerinde yarattığı gölge oyunlarını izliyordum. Yaslandığım kirişten güç alarak doğruldum ve salondaki masama, çalışmamın başına döndüm.
Bilgisayarımın pili artık iyiden iyiye bitmek üzereydi ve yazmakta olduğum yazımı bitirmek için acele etmemi söyler gibi uyarılarda bulunuyordu. Saatlerdir bitirmek için uğraştığım yazıma son noktayı bilgisayarı kapatarak koydum. Kalktım ve kendime kahve hazırlamak üzere mutfağa yöneldim.
Salondaki camın önünde, en sevdiğim koltukta, elimde en sevdiğim fincanımla kahve içmeyeli aylar olmuştu heralde. Yanında eksik olan birşeyler var diye düşünerek yaktığım sigaramdan tek bir nefes çektim ve elimde fincanım olduğu halde ayağa kalktım. Elektrikler hala gelmemiş, masamın üzerinde duran mum neredeyse sönmek üzereydi. Alnımı önünde durduğum cama yaslayarak, sokağı ıslatan yağmurun damlalarını seyretmeye başladım.
Yaz mevsimi biteli henüz birkaç hafta olmasına rağmen hava gerçekten soğumuştu. Dışarıda esen rüzgarla birlikte içimin ürperdiğini, tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. Yatak odasından üzerime birşeyler almak üzere yürümeye başladım. Adımlarım, ağır ve yumuşaktı. Yatağıma huzurlu bir biçimde uyuyan, adını bile hatırlamakta zorlandığım genç kızın rahatsız olmasını istemiyor, adımlarıma dikkat ederek yürümeye çalışıyordum.
Kahvemi bitirip bitirmediğimden emin olamayarak elimi uzattığım fincandan soğuk bir yudum kahve aldım. Karşı binanın alt katında bulunan gece kulüplerinin tabelalarındaki ışıkları sönük olarak ilk defa izliyor olduğumu düşündüm. Masanın üzerinde sönmüş olan mumu tazelemek üzere ayağa kalktım.
Elektrikler kesileli saatler olmuş gibiydi. Karanlıkta oturmuş, filmlerde gördüğüm deliler gibi, sokağı seyrediyordum, Elektrik kesintisinden nasibini almış, eski sokak lambasının aydınlatamadığı karanlık sokağı...
Salonun sessiz karanlığını banyo kapısının yağsız gıcırdaması bozdu. Kız uyanmış olmalıydı. Benim yüzümden uyanmış olmamasını diledim, gerinip oturduğum koltuğa iyice yerleşirken.
Sokağa bakıp gecenin bu saatinde sokakta duran insanların cinsiyetlerine göre sayısını tutmaya çalışırkn, banyo kapısının sadece bir kere gıcırdadığını, içeride uyuyan ve adını hatırlamaya çalışmaktan çoktan vazgeçtiğim kızın yaklaşık bir buçuk saat önce girmiş olduğu banyodan hala çıkmamış olduğu aklıma geldi. Hızlı adımlarla banyoya yöneldim. Kapıyı açmak üzere kapı kolunu kavradıktan sonra kapıyı çaldım. İçeriden gelen ses kendinden geçmiş bir halde, midesinin bulandığını anlatmaya çalışır bir haldeydi. Popüler bir gece kulünde vücudunun sınırlarını zorlayarak içtikten sonra bir insandan daha başka nasıl bir ses gelebilirdi ki diye düşünerek kendimi telkin etmeye çalışmama rağmen başaramadım ve kapıyı birkez daha çaldım. Aynı ses, aynı kelimeleri kullanarak aynı şeyleri anlatmaya çalışıyordu. Sol taraftaki yatak odamın kapısı açıldı ve karanlık zarif bir silüet gözlerimin alıştığı karanlıkta aydınlanarak tanınmak üzere bir adım attı.
Sohbet arasında adının Sevgi olduğunu öğrenmeye başladığım kız ile derin bir sohbete dalmıştık. Üzerinde sadece benim sabahlığım bulunurken, kesik elektriklerin neden olduğu karanlıkta perdesiz camdan içeri sızan ay ışığı ile aydınlanan güzel yüzün hareketlerini inceliyordum. Zarif ve zarif olduğu kadar da bilinçliydi.
Güzel olup olmadığını bilemediğim sohbetin hatırlayamadığım bir yerinde banyodan gelen sesin kaynağı aklıma takılmıştı. Tuhaf hareketler sergileyen kedimden benzer sesler geldiğine tanık olduğum ender zamanlardan biri midir acaba diye düşünürken, camdan içeriye aydınlanmakta olan gökyüzünün turuncu ışıklarının dolduğunu farkettim. Karşımdaki koltukta söylediklerini dinlemiyor olmamdan sıkılmış olacak, uyuyan zarif bir beden duruyordu. Üzerinde benim sabahlığım vardı ve adının Sevgi olduğunu düşünüyordum.
Sokak lambasının cılız ışığının yandığını farkederek, akşam zoraki tamamladığım çalışmam üzerindeki son düzeltmeleri yapmam gerektiğ aklıma geldi. Kalktım ve çalışmaya hazırlanmak üzere banyoya doğru yürümeye başladım.
Banyonun kapısını açmak üzere yaptığım üçüncü denemeden de başarısızlıkla ayrıldıkan sonra yedek anahtarların bulunduğu çekmeceden banyonun anahtarını aldım ve kapıyı açtım.
Alaturka tuvalet üzerine oturmuş ve derin bir uykudaymış izlenimi veren buğday rengi çıplak bedene bakakaldım. Yanına yaklaşırken bedenin yanından küvete doğru uzanmış zarif kol üzerinden sarkan ince şırınga dikkatimi çekti. Şaşkınlık ve korkuyla irkilen bedenimi kendine getirmeye çalışırken banyomda öylece oturmuş kalmış bedenin bana ne kadar da benzediğini düşünüyordum. Aynaya baktım, dün geceden beridir gözlerimin etrafında durduğunu düşündüğüm makyaj, gece boyunca esnerken gözlerimden dökülen yaşlardan olsa gerek, artık yanaklarıma kadar inmişti. Gece boyunca içtiğim kahvelerden dudaklarımı örtecek ruj namına hiç bir renk kalmamıştı.
Yüzümü yıkadıktan sonra klozette kolundaki şırıngayla oturmuş duran bedene döndüm. Artık iyice beyaza dönmüş zarif ve çekici bedenden hızla uzaklaşmaya çalışarak sendeleyen adımlarla salona yöneldim. Salondaki koltukta uyuyakalmış Sevgi adındaki genç kızı uyandırmalı ve biran önce polisi aramalıydım.
Salona geldiğimde koltuk üzerindeki sabahlığım içinde mırıldayan tüy yumağım dışında kimse yoktu. İyice telaşlanarak telefona uzandım ve sırasıyla 1, 5 ve 5'i çevirdikten sonra yere yığıldım.
Polisler gelmiş etrafımda anlamsız bakışlarla dolanıyordu. Yarı baygın bir halde olduğumu düşünüyordum, yüksek biryerden kafa üstü atlamışım gibi ağrıyordu başım. Polislere canlı olduğumu, benimle değil banyodaki zarif beden ile ilgilenmeleri gerektiğini söylemeye çalışmaktan öteye gidemediğimi, hiç bir şekilde dikkatlerini çekemediğimi farkettim. Son duyduklarım banyodan salona kadar sürünerek gelmiş olduğu düşünülen Sevgi adındaki eroinman ve aynı zamanda gazeteci yazar olan güzel kadın hakkındaki konuşmalarıydı. Tabi ya, ben o kadını tanıdığımı biliyordum zaten diye düşündüm.
Artık polislerin dikkatini çekmekten vazgeçtiğim sırada merdivenlerden inen genç bir bayan polis elinde getirdiği battaniyemi gözlerimi de altında bırakarak üzerime örttü. Artık elektrikler kesilmişti. Sonsuza dek sanırım...

Perşembe, Eylül 21, 2006

14 Şubat

Sevgilimle aramızda yazılmadık bir anlaşma vardır, tam 4 senedir hiç şaşmadan tekrarlanır gider bu. Bir nevi kendi aramızda geliştirdiğimiz bir gelenek oldu kısacası. Her özel günde ilk karşılaştığımız yerde, Taksim Meydanı'ndaki tramvay durağında aynı saatte buluşuruz. Saat tam 11'i gösterdiğinde, iki elimiz kanda olsa bile orada oluruz. Muhakkak!

Bugün 14 şubat, yine aynı yerde buluşacağımızı biliyor ve mutluluktan havalara uçuyorum. Nedendir bilmiyorum, hep böyle hissediyorum buluşacağımız zamanlarda. Halbuki önceki akşam akşam yemeğindeydik. Bugünün geçirdiğimiz diğer 14 Şubat'lardan farklı olmasını istiyorum, o yüzden bir miktar hazırlık da yaptım. Bu yıl iki hediye birden aldım. Ee, yaş kemale erdi artık, yıl 1998 yani yaş oldu 28. O'na artık ömrümün geri kalanını birlikte geçirmek istediğimi söyleyeceğim. Bu aslında bir sır değil, aramızda olan diğer yazısız anlaşmalar gibi ikimizde inceden bu konuyu biliyor ama yine de birbirimize çaktırmıyoruz.

Saat 09:00. 09:45'teki Beşiktaş vapuruna binecek olursam, tam saatinde orda olurum sanırım. Hediyelerimi bir daha kontrol edeyim, bir sorun olmasını istemiyorum.

Birincisi bir karakalem çalışma, bildiğim bir ressam var Kadıköy'de. Her zaman aynı yerinde açar tezgahını ve vesikalıktan portreler yapar. Vesikalık fotoğraflarımızı götürdüm geçen hafta, ikimizi yanyana çizsin diye. Kelimelerle aram pek iyi değildir, annem küçükken hep bu sebepten dolayı "Cemil, kekelemeden konuşsana it sıpası" diyerekten azarlardı beni. Babam da "Karışmasana hanım, çocuğu aptal edeceksin, vurma o kadar kafasına" diyerek araya girmeye çalışırdı. Canım babacığım, güzel anneciğim. Nur içinde yatın.
Evet, bizi yanyana çizsin fotoğraflarımızı verdim diyordum, ama dedim ya kelimelerle aram pek iyi değildir diye beraber yaşlanmak, bir ömrü beraber harcamak istediğimi anlatmak için bizi çizerken yaşlandırmasını istedim ressam Hüseyin Amca'dan. Önce gözlüklerinin üzerinden şöyle bir baktı, sonra bıyık altından gülerek Senin saçlar gider ama!" deyiverdi. "Olsun be amca" dedim "Canın sağolsun!"

İkinci hediyeyi nereye koymuştum? Hah, buldum. İç cebimdeydi. Onu da tanıdık bir kuyumcudan aldım, Kapalı Çarşı'dan. Güzel bir tek taş pırlanta. Nam-ı diğer 'Altın Vuruş'um, yani evlenme teklifim için.

Çeyrek geçiyor, artık evden çıkmalıyım. Umarım bu karlı günde bir kaza bela olmaz da sağ salim temiz pak gidebilirim.

Saat 10:50, daha on dakika var. Nasıl beklerim şimdi bu heyecanla? Neyse oturayım, nasılsa gelir birazdan. Beni bekletmeyi pek sevmez. İşte göründü bile sevgilim, yaşasın çok heyecanlıyım. Hmm, bugün ona geçen sene aldığım siyah paltosunu giymiş. Çok yakışıyor. Değilmiş. İnsan insana benzer derlerdi de inanmazdım, ne kadar çok benziyor yahu.

Saat 11:30 oldu hala gelmedi. Birşey mi oldu ki acaba? Annesi mi? İşten izin mi alamadı yoksa? Yok yok olamaz dün akşam konuştuğumuzda böyle birşeyden bahsetmemişti. Hem bir sorun olsaydı telefon ederdi benim Aşkım.

Saat 13:00 oldu yahu, gidip birşeyler yesem mi acaba? Kahvaltı bile etmemiştim. Telefonuna cevap da vermiyor. Ne oldu ki acaba? Yok yok biraz daha bekleyeyim en iyisi, sonra beraber gideriz. Hem beni burada göremezse çok üzülür sevgilim. Evine gitsem? Yok yok koskoca Beşiktaş'ta bir insanın evini adından nasıl bulabilirsin ki? Mümkün değil olamaz. Bir daha arayayım en iyisi. Hah, şimdi de cep telefonuna ulaşılamıyor. Nefret ediyorum şu anonstan, the number you have called bidi bidi bidi...Ev telefonları; kesilmişti dün. Offf!

"Saat 20:00.
Şimdi haberler.
Taksim müdavimlerinin yıllardır görmeye alıştığı Meczup Cemil meydandaki tramvay durağında bu sabah saatlerinde ölü olarak bulundu. Yetkililerin yaptığı açıklamada sabah devriyesinin görevini yapmakta olduğu sırada durakta kendini asmış olarak bulunduğunu belirten yetkililer ayrıca, duraktaki banka yaslanmış bir adet tablo ve merhumun iç cebinde beyaz altından muhtemelen taşı düşmüş bir adet yüzük bulunduğunu ve şu anda merhumun yakınlarının araştırıldığını bildirdiler.

Yıllardır her 14 Şubat'ta yoldan geçen sevgililere elindeki tabloyu göstererek onları uzaktan öpücüklere boğan Taksim'in bu renkli simasına bir kez daha Tanrı'dan rahmet, sevenlerine sabırlar diliyoruz."



..Amin.


-Şubat 2006-

Pazar, Eylül 17, 2006

Rüya

İşyerine gitmek için bineceği otobüsü gördüğünden beri, yaklaşık 2 dakikadır, aralıksız koşuyordu. Ta ki durağa yetişemeyeceğini anlayıncaya kadar da koştu. Otobüsün durağa yanaştığını gördü, kalkışını izlerken nefes nefese, içten bir "Has...tir!" dedi. "Geç kaldım..."

Uyandığında tam anlamıyla iç çamaşırına kadar terden ıslandığını farketti, heyecanla hemen saatine baktı. İçi rahatlamıştı, evden çıkmasına daha 45 dakika vardı. Erken kalkmanın vermiş olduğu rahatlıkla önce ılık bir duş aldı, traş oldu. Dikkatle saçlarını tarayıp, nemlendirici sürdü.

Saatine baktığında hala evden çıkmasına 15 dakika kadar olduğunu gördü, "Vay be, biraz kassam kahvaltı bile yapabilirdim." diye mırıldandı kedisinin mamasını, suyunu verirken.

Üstünü değiştirip, en sevdiği gömleğini giyip, kravatını taktı. Üzerine uygun bir ceket aldı. Merdivenlerden ağır adımlarla çıkarken çelik kapının krişlerine çarparak durduğu yere isyan edermişcesine çıkardığı haykırışı duydu. Dış kapıya yaklaşıp otomatiğin artık sararmış düğmesine basarken sabahın bu kör saatinde komşuların kendisi hakkında dudaklarının arasından mırıldanarak çıkan iyi niyetlerini düşünmemeye çalışıyordu.

Her zaman ki gibi kapıdan çıkar çıkmaz sigarasından bir tane aldı ve yakıp dudakları arasına tutturdu. Midesinde garip bir his vardı, gazla karışık bulantı gibi.

Servis minibüsünün durduğu köşeye gelerek beklemeye başladı. Duvara yaslanmış, orada olduğuna hiç aldırmadan gelip geçen insanları seyrediyordu. Bir tuhaflık hissediyordu. İnsanlar, gelip geçerken orada durmuş servis minibüsünü beklerken yanından geçen insanlar, gerçekten O'nu hiç umursamıyor ve hatta orada hiç yokmuş gibi davranıyordu. Tüm bunlar aklını kurcalarken, ilerideki ışıklarda servis minibüsünün durduğunu gördü. Nihayet servis minibüsü geliyordu ve sıcak minibüste güzel bir uyku çekebilecekti, en azından şirketin giriş kapısının önüne varana kadar...

Kırmızı ışık yeşile döndüğünde, yaslanmış olduğu duvardan destek alarak dikildi ve caddeye doğru bir adım attı. Servis minibüsünün durup, onu alabileceği uygun bir yer bulma niyetiyle sağına soluna şöyle bir baktı. Parketmiş arabalarının arasından uygun bir yer bularak caddeye adımını attı ve yaklaşmakta olan servis minibüsünü beklemeye başladı.

Midesinde hissettiği bulantı şiddetini arttırarak beynine sıçradı, bu işte bir yanlışlık olmalıydı. Servis minibüsü, koskoca adam önünde dikildiği halde, durmadan gitmişti. Servis şoförüne küfrederek, cebinde cep telefonunu aradı. Kahretsin, evde kalmıştı.

Tüm tersliklerin kendisini bulduğu hakkında ince düşüncelerini mırıldanarak eve döndü, cep telefonunu alarak vapur iskelesinin yolunu tuttu.

Midesinden başına sıçrayan ağrı şiddetini gitgide arttırıyordu. Işığın yanmasını beklediği kavşakta başını iki eli arasına alarak sıkıştırdı. Gözlerini kapatıp, derin bir nefes çekti. Gözlerini açtığında hem başındaki ağrı geçmiş hem de yeşil ışık yanmıştı.

Caddeye inmek için bir adım attı, sonra bir tane daha. Alışkanlığı olduğu üzere, araçların geldiği yöne, sol tarafa başını çevirdi. İleride kırmızı bir arabanın ışıklara yaklaştığını gördü. Kırmızı tuhaf bir arabanın, durmak yerine sanki daha da hızlanıyormuş gibi gelen, inadına üzerine sürüyormuş hissi uyandıran bir arabanın...

Baş ağrısı gözlerinde çakan bir şimşek gibi beynine vurduğunda kırmızı araba çoktan geçmiş gitmiş, hatta gözden kaybolmuştu.

Vapur iskelesine yaklaştığında, vapurun neredeyse kalmak üzere olduğunu gördü ve koşmaya başladı. Tıpkı rüyasında gördüğü otobüs gibi...

Koşarak gişeden bir jeton aldıktan sonra hızla turnikeden geçti ve çıkış kapısına doğru yöneldi. En azından kapı kapanmadan vapura bindim diye gülümsedi.

"Rüzgara karşı yaktığı sigara yanında demli bir bardak çay, işte İstanbul..." dedi kendi kendine, "İşte, İstanbul'um..."

Vapur ani bir sarsıntıyla durduğunda, iskeleye yaklaştıklarını anladı. İnmek için ayağa kalktığında karşısında dikilen, gözlerinin içine dik dik bakan bir çift göz gördü. Tanıdık gibi gelen ama daha önce hiç görmediği bir çift göz. Karşısında dikilmiş, dik dik gözlerinin içine bakarak "Kalk artık, geç kaldın" diyen bir çift mavi göz. Tam da "Ya hu, ayaktayım ya" diyecek oldu ki; beyaz tül perdelerin arasından fırsat bulabildiği kadar parlak bir güneşin gözlerini doldurduğu bir odanın ortasına kurulmuş yüksek bir yatakta, ipek nevresimler içerisinde yattığını farketti. Karşısında sabırlı bir eş edasında gülümseyen ve ondan kalkmasını isteyen o mavi gözleri gördü.

İpek nevresimlerle kaplı yatağında doğruldu, eşinin gülen gözlerine anlamsızca baktı. Banyoya doğru yürüdü, ayaklarında karşı koyamadığı bir ağırlık, içinde ise aynı sıkıntı vardı.

Kafasını kaldırıp, hilton lavabonun üzerinde asılı duran altın yaldızlarla çevrili aynaya baktı. Gözlerinin altında yeralan ve yılların ağırlığını taşıdığı belli olan torbalar gözlerinin kenarındaki kırışıklıklarla ve sadece kulaklarının üzerinde kalmış beyaz saçlarıyla anlamsız bir uyum sergiliyordu.

Heyecandan soluğunun hızlandığını hissetti, tâ o ilk rüyasında koşarken olduğu gibiydi. Uyandığında karşısında duran o kadınla ne zaman tanıştığını, bırak ne zaman evlendiğini düşündü. Ne olmuştu? Ne zaman yaşamıştı tüm bunları? Ne zaman? Ne olmuştu? Ne halt etmişti?..

Soluk alıp verişi gitgide hızlanırken, vücudunun aslında hatırladığından çok daha güçsüz olduğunu farketti ve ellerini dizlerine dayayarak eğildi. Gözlerinin önünden hayatı bir film şeridi gibi geçip giderken nefes nefese içten bir "Has...tir!" dedi. "Geç kaldım..."

Perşembe, Eylül 14, 2006

yolcu (#1)

Bu defa çok sevilen bir rock şarkısıdır ıslığındaki bunun.

Ağır aksak adımlarla ilerlemektedir. Gözüne ilk çarpan tekel bayiine girecektir, kesin kararlı! Ama bilmektedir ki yolu uçsuz bucaksız çölleredir, kimsenin yaşamadığı ücra köşelerdedir.

Her şeye rağmen içindeki küçücük umudunu koynuna sokuşturduktan sonra, paltosunun önünü sıkıca kapar. Yapması gereken tek şey sırtını dönüp gitmektir artık. Bir adım atar, sıra ikincisindedir ama yapamaz. Sol bacağındaki ağırlık ve acı gitgide artmaktadır. Geriye dönüp göz ucuyla bacağına bakar, cebindeki çakısını çıkarır ve baldırını ısıran köpeğin böğrüne saplar.

Az sonra gözden kaybolmuştur bile..

Çarşamba, Eylül 13, 2006

fotoğraflar #6

copyright (c) crato

bir gün

birgün,
gözümü kapattığımda
ya da karanlıkta
göremezsem gözlerini eğer
anlayacağım ki
kapatmışım gözlerimi sonsuza
bir daha bakamayacağım gözlerinin tâ içine
birgün,
gözünü kapattığında
gelmişsem bir anda aklına
ve kalmışsam birkaç saniye de olsa
anla ki
kapattım gözlerimi sonsuza
bir daha asla
bakamayacağım gözlerinin elâsına

Perşembe, Eylül 07, 2006

Mektup

Bugün. Saat gecenin bilmem kaçı. Unutmuşum mektup nasıl yazılır.
Hele hiç şimdiye kadar hiç mektup yazmadığın birine ne yazabilirsin ki? Nasıl söze girersin? Yüzaltmış karakterde "Ah, aşkım sen benim her şeyimsin, bir tanemsin sen!" demek, hele şu içinde bulunduğumuz iletişim çağında çok daha kolay geliyor insana. Her zaman yapıldığı gibi önce ellerinden mi öpmeli, sonra ahbapları mı sormalıyım bilemiyorum. Yoksa önce seni özlediğimi söyleyip, daha fazla konuşamadığımı dile getirmek için "üç nokta" mı koymalıyım en sonuna? Benim gibi çizgilerini bile dillendirebilmekten yoksun biri nasıl konuşturabilir ki yanyana gelen harfleri?

Bugün. Saat gecenin bilmem kaçı. Unutmuşum mektup yazmayı ve seni nasıl sevdiğimi.
Tam dört yıl ve iki buçuk ay olmuş ayrılalı. Ne diyebilirim ki seni çok seviyorum demekten başka? İnan bilemiyorum. Sen benim ilk aşkım, ilk kadınım oldun hayatıma giren. Bana, ben olmayı öğreten; hani o bitmeyen kumarhane gecelerinde ya da gözyaşlarınla ütülediğin gömleklerimi asarken.

Bugün. Saat gecenin bilmem kaçı. Unutmuşum cümle kurmayı ve gözlerini. Her zaman yaşlı ve durgun bakan gözlerini. Aşkımızı haykıran, kırık kalpli gözlerini…
Bitiremedim halen üniversiteyi biliyor musun? Yalnız yaşıyorum yeni aşklarımla beraber. Bir de köpeğim var adı Ares, dört aylık oldu. Görmelisin bir gün mutlaka, mavi gözlü, beyaz, üzerinde kahverengi benekleri var, küçücük ponpon bir kuyruğu var. Doğarken kesmişler. Ah! Nasıl da unuttum bir de asma yaprağı gibi dolmalık kulakları… Evet, adını Savaş Tanrısı Ares’ ten alıyor, doğru. Ama karakterleri zıt merak etme. Aslında tanıştırayım ben sizi, nasıl olur? Eminim ki çok seversin, biliyorum sen de sevdin hep köpekleri, gerçi hiç sevmesen bile Ares öyle şirin ki! Mutlaka seveceksin, eminim. Ama havalar soğudu yeniden, korkuyorum dışarı çıkarmaya, daha çok küçük ve hasta olur. Neyse, havalar ısınınca getiririm yanına ilk fırsatta, tabi sizin oradaki bekçilere biraz rüşvet vermek gerekebilir. Ne yapalım, başa gelen çekilir. Ağabeyim hala dönmedi bu arada, çalışıyor sürekli. Geçen hafta konuştuk en son, o da çok özlemiş. “Dönemem ama” diyor, 2006’ ya kadar böyle olmak zorundaymış.

Bugün. Saat gecenin bilmem kaçı. Unutmuşum konuşmayı ve en son sana ne zaman seni seviyorum dediğimi.
Sormayı unuttum, babacığımı gördün mü hiç oralarda? Bulabildi mi seni? Senden hemen sonra çıktı peşinden, bilmiyorum seni bulmak için sanırım. Telaşla çıktı, bir yere yetişmek ister gibi bir hali vardı. En son baktığımda gözlerine; yorgun ve mahçuptu…

Bugün, tam dört yıl iki buçuk ay olmuş seninle ayrılalı. Bu belki ikinci, belki de üçüncü seslenişim sana. Umarım duyuyorsundur beni, çünkü hala seni deliler gibi seviyorum annem.

Mart – 2003

Çarşamba, Eylül 06, 2006

Yaa şamak!

"O dolap sana 100 lira olur birader" diye ileri atıldı satıcı. "Tabi, tabi" dedim sırıtarak. "Beni çok yakından tanırsın zaten değil mi sen? Ha ha ha!" diyordum ki, sağ elini kaldırarak sözümü kesti. "Sen Çemişkezekli Vahap?ın oğlu Kırık Sami değil misin?" diye sordu. Donakaldım, bozuntuya vermeden, "100 lira benim için de gayet uygun abi" deyip dolabı satın aldım.

O sırada günümüz popüler müziklerinden hareketli örneklerin çalındığı radyo yayını birden kesildi ve sözü her Polis Radyosu çalışanının yapacağı şekilde mesafeli bir yaklaşımla seyircisine seslenen spiker aldı. "Çok acil kanamalı bir antropolog zıvzıması hastası için hoppa hoppa RH+ kana ihtiyaç vardır. Duyanların, yerini bilenlerin ve hatta yerini bilmediği halde bildiğini sananların en yakın polis karakoluna gelerek ifade vermeleri istirham olunur" Yapılan anonstan ters giden birşeylerin olduğunu anlamak içten bile değildi. Dolabı ve satıcıyı orada bırakarak o bölgeden derhal uzaklaştım.

Eve geldiğimde saat 11:00?e geliyordu. İçeri girdikten sonra ışıkları açmadan bir süre boyunca öyle bekledim. Sevgi?yle görüşmeyeli tam 3 gün olmuştu. Kafamı iki yana sallayarak Sevgi ile ilgili şeyler aklımdan uzaklaştırdım. Lambanın düğmesine ağır ağır uzandım ve düğmeye bastım.
Ters giden birşeylerin olduğunu radyodaki anonstan anlamıştım zaten, elektrikler kesikti.

Gözlerimi kapatarak yıllar önce Taiwan? da aldığım eğitimleri aklıma getirmeye çalıştım ve karanlıkta ileri doğru bir adım attım. Herşey yolundaydı, bu şekilde yaklaşık 22 adım daha atabilirsem hiç bir eşyayı kırmadan mutfağa ulaşabilecek, küçük tüpü yakarak kendime sıcak bir kahve yapabilecektim. Nitekim 4. adımda hiç aklımın ucundan dahi geçmeyen bişey oldu ve kafamı kapıya çarptım.

Gözlerimi açıp saatime baktım, karanlıkta okuyabildiğim kadarıyla 12:30 civarıydı ve iki gündür heyecanla beklediğim dizi başlayalı 15 dakika olmuştu. Elektrikler kesikti ve ben hâlâ antrede, kapının önünde yerde oturmaktaydım.

Mutfağa vardığımda mermer tezgaha tutunarak ayağa kalktım, cebimden çağmağımı çıkararak tezgahın üstünde her daim duran küçük piknik tüpünü yaktım ve üstüne bir kaç fincan kahve yapabileceğim kadar su koyarak beklemeye başladım.

Son günlerde televizyon kanallarında kar yağışının beklendiği söyleniyordu ve hava oldukça soğuktu. Elektrikler kesik olduğu için kombi de çalışmıyordu. Montumu ve atkımı hiç çıkarmamaya karar verdim.

Kahve suyu ısınmıştı. Kahvemi en sevdiğim kupaya doldurarak, elimde kahvem salonun penceresine doğru yürümeye başladım. Köşedeki sokak lambasının ışığı perdelerin arasından yerdeki halının desenlerini aydınlatıyor, insanın aklına olmadık şeyler getiriyordu. Pencereye yaklaştım, önünde durdum.

Bir süre aklımdan tek bir düşünce bile geçmesine müsaade etmeden sokak lambasının ışığında düşen karları seyrettim. Sokak lambası yandığına göre evimin elektriği bilinçli olarak kesilmiş olmalıydı. Aklıma birden iki aydır yatırmayı unuttuğum elektrik faturası geldi, hüzünlendim.

Tam düşüncelere dalacakken nefesimin sıcaklığı ile camda oluşan buğuya takıldı gözlerim ve bilinçli olarak nefesimle camın her tarafının buğulanmasını sağladım.

Yaşamak; gecenin zifiri karanlığına rağmen camdaki buğuya güneşi çizebilmektir derler. "Akşam olup, gecenin zifiri hüznü çökünce üzerime, kafamı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum önce, sonra çiziyorum güneşin resmini camdan yansıyan buğulu gözlere...
Kim bilir belki de bu yüzden evdeki tüm camlarda çizilidir gözlerin, gözlerindeki güneşim.." diye aklımdan geçirirken aklıma 3 gündür görmediğim sevgilim sevgili Sevgi geldi ve kahvemden bir yudum daha aldım.

Kahvem bittiğinde saat 01:00? i geçiyordu. Elimdeki fincanı el yordamıyla bulduğum sehpanın üzerine koyarak camın hemen gerisindeki koltuğa oturdum. Gözlerimi açtığımda hava aydınlanmıştı, saat 08:00? e geliyordu.

Doğruldum ve işe gitmek üzere evden çıktım.

Salı, Eylül 05, 2006

...

bir damla gözyaşı düşer gökteki karabuluttan,
sonra bir yağmur boşanır yürekten.
şimşekler çakar gözlerde,
yıldırımlar bir bir üzerine düşer.
beden yenik,
beyin yenik,
yürek
can çekişir...

fotoğraflar #5

Doves