Pazar, Eylül 17, 2006

Rüya

İşyerine gitmek için bineceği otobüsü gördüğünden beri, yaklaşık 2 dakikadır, aralıksız koşuyordu. Ta ki durağa yetişemeyeceğini anlayıncaya kadar da koştu. Otobüsün durağa yanaştığını gördü, kalkışını izlerken nefes nefese, içten bir "Has...tir!" dedi. "Geç kaldım..."

Uyandığında tam anlamıyla iç çamaşırına kadar terden ıslandığını farketti, heyecanla hemen saatine baktı. İçi rahatlamıştı, evden çıkmasına daha 45 dakika vardı. Erken kalkmanın vermiş olduğu rahatlıkla önce ılık bir duş aldı, traş oldu. Dikkatle saçlarını tarayıp, nemlendirici sürdü.

Saatine baktığında hala evden çıkmasına 15 dakika kadar olduğunu gördü, "Vay be, biraz kassam kahvaltı bile yapabilirdim." diye mırıldandı kedisinin mamasını, suyunu verirken.

Üstünü değiştirip, en sevdiği gömleğini giyip, kravatını taktı. Üzerine uygun bir ceket aldı. Merdivenlerden ağır adımlarla çıkarken çelik kapının krişlerine çarparak durduğu yere isyan edermişcesine çıkardığı haykırışı duydu. Dış kapıya yaklaşıp otomatiğin artık sararmış düğmesine basarken sabahın bu kör saatinde komşuların kendisi hakkında dudaklarının arasından mırıldanarak çıkan iyi niyetlerini düşünmemeye çalışıyordu.

Her zaman ki gibi kapıdan çıkar çıkmaz sigarasından bir tane aldı ve yakıp dudakları arasına tutturdu. Midesinde garip bir his vardı, gazla karışık bulantı gibi.

Servis minibüsünün durduğu köşeye gelerek beklemeye başladı. Duvara yaslanmış, orada olduğuna hiç aldırmadan gelip geçen insanları seyrediyordu. Bir tuhaflık hissediyordu. İnsanlar, gelip geçerken orada durmuş servis minibüsünü beklerken yanından geçen insanlar, gerçekten O'nu hiç umursamıyor ve hatta orada hiç yokmuş gibi davranıyordu. Tüm bunlar aklını kurcalarken, ilerideki ışıklarda servis minibüsünün durduğunu gördü. Nihayet servis minibüsü geliyordu ve sıcak minibüste güzel bir uyku çekebilecekti, en azından şirketin giriş kapısının önüne varana kadar...

Kırmızı ışık yeşile döndüğünde, yaslanmış olduğu duvardan destek alarak dikildi ve caddeye doğru bir adım attı. Servis minibüsünün durup, onu alabileceği uygun bir yer bulma niyetiyle sağına soluna şöyle bir baktı. Parketmiş arabalarının arasından uygun bir yer bularak caddeye adımını attı ve yaklaşmakta olan servis minibüsünü beklemeye başladı.

Midesinde hissettiği bulantı şiddetini arttırarak beynine sıçradı, bu işte bir yanlışlık olmalıydı. Servis minibüsü, koskoca adam önünde dikildiği halde, durmadan gitmişti. Servis şoförüne küfrederek, cebinde cep telefonunu aradı. Kahretsin, evde kalmıştı.

Tüm tersliklerin kendisini bulduğu hakkında ince düşüncelerini mırıldanarak eve döndü, cep telefonunu alarak vapur iskelesinin yolunu tuttu.

Midesinden başına sıçrayan ağrı şiddetini gitgide arttırıyordu. Işığın yanmasını beklediği kavşakta başını iki eli arasına alarak sıkıştırdı. Gözlerini kapatıp, derin bir nefes çekti. Gözlerini açtığında hem başındaki ağrı geçmiş hem de yeşil ışık yanmıştı.

Caddeye inmek için bir adım attı, sonra bir tane daha. Alışkanlığı olduğu üzere, araçların geldiği yöne, sol tarafa başını çevirdi. İleride kırmızı bir arabanın ışıklara yaklaştığını gördü. Kırmızı tuhaf bir arabanın, durmak yerine sanki daha da hızlanıyormuş gibi gelen, inadına üzerine sürüyormuş hissi uyandıran bir arabanın...

Baş ağrısı gözlerinde çakan bir şimşek gibi beynine vurduğunda kırmızı araba çoktan geçmiş gitmiş, hatta gözden kaybolmuştu.

Vapur iskelesine yaklaştığında, vapurun neredeyse kalmak üzere olduğunu gördü ve koşmaya başladı. Tıpkı rüyasında gördüğü otobüs gibi...

Koşarak gişeden bir jeton aldıktan sonra hızla turnikeden geçti ve çıkış kapısına doğru yöneldi. En azından kapı kapanmadan vapura bindim diye gülümsedi.

"Rüzgara karşı yaktığı sigara yanında demli bir bardak çay, işte İstanbul..." dedi kendi kendine, "İşte, İstanbul'um..."

Vapur ani bir sarsıntıyla durduğunda, iskeleye yaklaştıklarını anladı. İnmek için ayağa kalktığında karşısında dikilen, gözlerinin içine dik dik bakan bir çift göz gördü. Tanıdık gibi gelen ama daha önce hiç görmediği bir çift göz. Karşısında dikilmiş, dik dik gözlerinin içine bakarak "Kalk artık, geç kaldın" diyen bir çift mavi göz. Tam da "Ya hu, ayaktayım ya" diyecek oldu ki; beyaz tül perdelerin arasından fırsat bulabildiği kadar parlak bir güneşin gözlerini doldurduğu bir odanın ortasına kurulmuş yüksek bir yatakta, ipek nevresimler içerisinde yattığını farketti. Karşısında sabırlı bir eş edasında gülümseyen ve ondan kalkmasını isteyen o mavi gözleri gördü.

İpek nevresimlerle kaplı yatağında doğruldu, eşinin gülen gözlerine anlamsızca baktı. Banyoya doğru yürüdü, ayaklarında karşı koyamadığı bir ağırlık, içinde ise aynı sıkıntı vardı.

Kafasını kaldırıp, hilton lavabonun üzerinde asılı duran altın yaldızlarla çevrili aynaya baktı. Gözlerinin altında yeralan ve yılların ağırlığını taşıdığı belli olan torbalar gözlerinin kenarındaki kırışıklıklarla ve sadece kulaklarının üzerinde kalmış beyaz saçlarıyla anlamsız bir uyum sergiliyordu.

Heyecandan soluğunun hızlandığını hissetti, tâ o ilk rüyasında koşarken olduğu gibiydi. Uyandığında karşısında duran o kadınla ne zaman tanıştığını, bırak ne zaman evlendiğini düşündü. Ne olmuştu? Ne zaman yaşamıştı tüm bunları? Ne zaman? Ne olmuştu? Ne halt etmişti?..

Soluk alıp verişi gitgide hızlanırken, vücudunun aslında hatırladığından çok daha güçsüz olduğunu farketti ve ellerini dizlerine dayayarak eğildi. Gözlerinin önünden hayatı bir film şeridi gibi geçip giderken nefes nefese içten bir "Has...tir!" dedi. "Geç kaldım..."

0 Eleştiri: