Pazartesi, Ocak 30, 2006

yüreğinin götürdüğü yere git

Yeni bir günde daha bekliyordum onu. Aynı yerde, aynı saatte,aynı masada, ilk buluştuğumuz gün giydiğim elbiselerim ile...
Her zaman olduğu gibi yine geç kaldı ve yüzü yine asıktı. Sırıttım, "Nasılsın bi'tanem?" dedim. Baktı, baktı ve "Bana bi'tanem deme" dedi. "Sıcağından iki büyük çay" diye seslendim garsona ve döndüm. "Hayırdır?" dedim, "Hayırdır" dedi. Öylece kaldık, gözlerimiz birbirimizin gözlerinde, buğulu gözlerim ve şimşekler çakan gözleri... Öylece birbirimize baktık.
Bir süre sonra "Yeter artık, bugün burada bitiyor" dedi, "Ne bitiyor?" dedim, "Öküzsün, hayvansın sen" dedi. Sinirlendim ve o an fırladım ayağa, "Yeter!" diye bağırdım. Zavallı garson kız koşuşturarak geldi, "Buyrun efendim, bir sorun mu var?" dedi. Utandım ama çaktırmadım, bir büyük çay daha söyledim. Oturdum yerime, baktım gözlerine. Sinirlenmişti, "Anlamıyorsun beni" dedi, "Kabasın, kırıyorsun beni sürekli. Ben ne dersem diyeyim hep senin dediklerin oluyor. Bıktım usandım, artık dayanamıyorum" dedi. Eliyle dürttü. Dalmışım, kendime geldim. Ağlamaya başladı. Durduramadım kendimi, hakim olamadım göz yaşlarıma, ben de ağladım... O sustu, ben dakikalarca hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ettim...
Uyandım ve "İki çay, iki tost" diye seslendim garsona, "Benim karnım aç değil" dedi. "Biliyorum, kahvaltı yapmadım henüz" dedim. Çantasını karıştırmaya başladı, önemli birşeyler arıyor gibiydi, bir resim çıkardı ve uzattı. "Bu İlhan" dedi, "Yakışıklı çocukmuş" dedim, "Yeni sevgilim" dedi. Gözlerindeki buğu artmıştı, duygulandım. Ayağa kalktım, ağlayan yüreğimi görsün istemiyordum.. "Yüreğinin götürdüğü yere git" dedi. "Nasıl!?" dedim, anlamamıştım. "Kitap" dedi, "Hani geçen sene okuman için vermiştim ya, geri getir artık onu." Hatırlamamıştım, zaten zamanla aram hiç iyi olmamıştı. "Peki" dedim, "Yarın getiririm." Tostlarımı bile yemeden sessizce ayrıldım yanından.
Eve döndüğümde ilk yaptığım iş kitaplığa bakmaktı, kitabı buldum. Kapağı ve son sayfaları yırtılmıştı. Bu şekilde geri veremezdim. Kitaplığa tekrar baktım, başka bir kitap buldum "Öğretmenlik Mesleğine Giriş- I" Güzelce paketledim ve öylece verdim.
Katalitik sobayı koltuğun yanına çektim, kahvemi de alıp oturdum ve kaldığım yerden, 17.sayfadan kitabı okumaya devam ettim, kararlıydım bu sefer yüreğimin götürdüğü yere gitmeye...

Cuma, Ocak 27, 2006

fotoğraflar #3

Portre Çizilir
Portre Çizilir

Çarşamba, Ocak 25, 2006

Tek Paragrafta Şizofreni

Hüzün geldi çoktü birden üzerime bilmiyorum neden. Aslında biliyorum da çaktırmıyorum gizlice, sinsiyimdir biraz. Anlıyorum (aslında anlamamazlıktan geliyorum), istemediğimi sandığım bir gerçek var şu hayatta (sadece bir tane gerçek yok tabi hayatta, bu sadece bir tanesi) ki ben eksikliğini hissediyorum, sanırım ki manyağım ben, çünkü gül gibiyim aslında (yok değilim, diken gibiyimdir kesin. İ.ne miyim ben? Tövbee) Neyse işte öyle, ben bir dinazorum, karanlıkta avlanan, sabahları yan gel yat oh keyfim ne rahat yapan... Öyle işte. Ama bilmiyorum etçil mi olmak makbuldür yoksa otçul mu? Yoksa hepobur olup, top yuvarlaktır kazanan dört köşe mi? Bilmiyorum 'o şekil bu şekil var ya' diyesim var içimden, hatta derinliklerden bir çığlık koparıp, 'ateşini yolla bana' diye haykırasım var Abdi İpekçi tribünlerinde, sonra inesim var sahaya şampiyon bir takımın taraftarlarıyla buluştuğu ilk gün ki azametiyle, ama yok olmuyor işte. Sürekli çişim gelince tutuyorum, prostat olma isteği uyandırıyor bu dünya içimde, bir de her şeyi siyah beyaz fotoğraflamayı.. Neyse, bir cigara sarıp içmek lazım uzunundan, o da olmaz ki yalnız başına, zaten kalanlar da gider bugün yarın, kimle buluşup içerim ki ben? Tek başıma mı? Anlamı olmaz ki tek başına deli gibi gülmenin. Kim düşünür ki o zaman senin deli olduğunu? Kim güler ki senin o haline, anlatır sonra sağa ve sola?... Ya da sen kiminle sayarsın yıldızları; sağdan sola, yukarıdan aşağıya kayıp duran?.. Kaderin sillesi bu olsa gerek diye düşünüyorum bazen ama, anlamıyorum doğrusunu söylemek gerekirse inanamıyorum gördüklerime, inanamıyorum değil (yalan olmasın) inanmak gelmiyor içimden. Sonra birden dönüp bakasım var geçmişten bugüne yaşadıklarıma, sonra öğretmeninden azar işitmiş bir talebe gibi önüme dönerim sonra diyorum kendi kendime, ama denklanşöre basmak kadar zor bir işlem bu aslında, ışığın gelip objektiften geçmesi kadar zor, izin almak gibi birşey olsa keşke hayatın yaşadığım bölümünden, ama o kadar yıl oldu, kazanamadım mı ki ben yıllık izin hakkımı? Nerede aramalıyım hakkımı? Ya da istifa mı etmeli, süresiz, ücretsiz izine ayrılmak üzere. Ama kıdemi, tazminatı yakmak var işin ucunda, korkamam o kadar, yakıştıramam bunu kendime sonra ansızın, samanlıkta kediler miyav dediler, daha yazacaktım ama sus dedim kendime, yeter dedim. Sonra da suçu samanlıktaki Tekirler'e attım, yediler herbirşeyimi diye, ondan yazamadım dedim, sızlandım... (Belki gülerim, belki de ağlardım.)

Pazartesi, Ocak 23, 2006

fotoğraflar #2

haydarpaşa
haydarpaşa

Bir Paragraf Aşk

Yıllardan baharın daha önce hiç yaşanmadığı kadar güzel yaşandığı bir yıl, aylardan Nisan mı Mart mı olduğu belli olmadığı bir ay, günlerden haftanın başları mı yoksa sonları mı olduğu kestirilemeyen bir gün. Yine her zaman ki gibi elimde kahvem olmadan camdan sokaktaki köpekleri ıslatan yağmuru izlediğimi varsayıyorum.

Arzu ile buluşacaktık, kavga etmek için heralde. En azından ben öyle düşünüyorum ki ona göre hazırlanıyorum, içten içten hain planlar kuruyorum. Eski Türk filmlerindeki fakir ama gururlu genç duygusunu hiç yaşayamadım ben, aslında bu duyguyu yaşayabileceğim bir fırsat olmasından yararlanarak günümü gün etmeyi planlıyordum ki telefon çaldı.
Arayan Arzu'ydu. Kadıköy iskeledeki durakların orada buluşalım dedi. Ayak üstü birşeyler anlatması gerekiyormuş. "Peki" deyip evden çıktım. Tam sokağın başında duraklayan minibüse binecektim ki pijamayla çıkmış olduğumu farkettim. Eve dönüp en sade ve en güzel pantolonumu giyerek bir sonraki minibüse yetişme telaşı içerisinde koşuşturmaya başladım.

Arzu ile buluştuk. Her zaman ki gibi o konuştu ben dinledim. Susup onu dinlemek de güzeldi benim için. Ayrılmak istediğini, çünkü beni artık sevmediğini, benimle paylaşacak hiçbir şeyi olmadığından falan dem vurmak üzereydi ki sözünü kesip, sıcak birşeyler içmek isteyip istemeyeceğini sordum. Kızdı. Devam etti. Duygusuz olduğumu, onu hiç anlamadığımı, dahası anlamaya da çalışmadığımı anlattı.

Durakladığında gözlerim yaşlarla dolmuştu. Dürttü, yanımızdaki kokoreç arabasını göstererek "Gidelim, gözlerim dumanla doldu" dedi, haklıydı. Ben de dumandan göremez olmuştum. Hasırlara gittik, oturduk. Söylediklerini tekrar ederken içim üşüdü. Sözünü kesip bir çay söyledim. Sonra o yine devam etti.

Sözünü bitirdiğinde söylemek istediğim birşeyler olup olmadığını sordu. O konuşurken karaladığım peçeteyi kastetiyor olmalıydı. "Yok" dedim. "Anlıyorum seni."

Önce elimde buruşturduğum peçeteye sonra gözlerime sert sert baktı. Kalktı ve uzaklaştı.

O uzaklaşırken elimdeki peçeteye baktım. İyice buruşturup, top gibi yaptım ve arkasından kafasına fırlattım. Kafasına vuran peçetenin hırsıyla dönüp şimşek şimşek çakan gözleriyle bana baktı, döndü ve gitti.

Kafasından sekip yere düşen peçeteyi çingene güzeli bir kız aldı ve gevrek gevrek gülerek yüksek sesle okumaya başladı:
"Anladım ki aşk kimi zaman bir inatçılık örneğidir, kimi zaman bağnazlık. Pek çok zaman sakarlıktır, aptallıktır; kör gözlerden ileri gelen. En sağlam mimaridir aşk, 10 şiddetinde depremden sağ salim kurtulmaktır. Yürümeye başladığın yeri unutmaktır aşk, hiç arkaya bakma gereği hissetmediğindendir belki de... Stadları dolduran kalabalığın hep bir ağızdan aynı şarkıyı söylemesidir aşk, hani gönüllerin uyumundan başlayan. Aynı yağmurun altında ıslanıp hasta olmaktır aşk; aynı yağmurun aynı hüznünde ağlamaktan... Bazen boğazı vapurla geçmektir, en güçlü lodosların getirdiği yâr kokusu eşliğinde. Bazen de o vapurdan en karanlık sulara atlamaktır, görebilen gönüllerin rehberliğinde. Ama en önemlisi bir yürekte yaşamaktır aşk, pembe panjurları olsa da olmasa da..."

Küstüm, oturduğum yerden kalkıp yavaş yavaş sahile doğru yürüdüm. Bu onu son görüşüm oldu.

Perşembe, Ocak 19, 2006

fotoğraflar #1

Çatı
Çatıdan Harem

Curriculum Vitae

Ben, takvimler henüz 1979 yılının Haziran ayını gösterirken, sevgili annem ve babamın uygun gördüğü şekilde İstanbul metropolünün kendini bilmez merkezlerinin belki de en meşhur ilçesinde, Beyoğlu'nda doğmuşum. Nasıl diye sormayın, ben de sadece rivayetlerden ve elimdeki resmi belgelerden edindiğim bilgilere dayanarak bu bilgileri sizlere aktarmayı uygun görüyorum. Kısacası biz de ağaç kovuğundan çıkmadık.

İlkokul, ortaokul ve liseyi yine aynı metropolün farklı yönetim birimlerindeki türlü okullarda okuyup bitirdikten sonra garip tesadüfler zincirleriyle girdiğim üniversiteleri hala bitirebilmiş değilim. Aslında böyle uygun gördüğümü rivayet ederler. Yoksa neden hala bitirememiş olduğumu ben bile çözebilmiş değilim. Halbuki hızlı da koşmuyorum, ayrı bir itina gösteriyorum ama yine de seyrek düşüyor.

Özel hayatımı tamamen tüzel çerçevelere oturtarak türlü entrika ve benzeri olgularla mücadele etme sevgisisizliğini göstermiş biri olarak kaybenlerden uzak bir terkeden formunda hayatın bizlere ikram etmiş olduğu zamanı harcayan bir bünye olduğum hiçbir yayın organında çarşaf çarşaf yer almamış olsa da bundan en ufak bir gocuntu duymadığım, hatta içten içten bu histen garip bir haz aldığım dilden dile söylenegelmiştir.

Kimseyi örnek almayan bir kimlikte bulunmak için özellikle bir tavır sergilemeyen bu kişiye elbette kıskançlıklar yaşatacak türlü becerikli simalar gelmiş, geçmiştir ve hatta bununla beraber hala daha bu fiilleri itina ile sürdürmekte hiçbir sakınca görmeyen ve hiç bir zaman yerim dar psikozlarına düşmeyen yaşam formlarımız mevcuttur.

Ben hayatın bilfiil paylaşılan zamanlara sığdırılamıyor olmasından şikayetçiyim aslında. Sevilmiyor olmam bundan kaynaklanıyor belki de. Ne olurdu ki bir miktar daha vakit olsaydı da şöyle ferah ferah takılsaydı bünyeler. Belki de bu yüzden sevmiyorum her türlü gsm zevatını, belki de bu yüzden tutamıyorum hayatı, tutunamıyorum hayata...