Pazar, Kasım 30, 2008

Taşındık...



Eylül 2006' dan beridir tüm kahrımızı çeken blogspot serverlarını rahat bırakarak, yavuzyilmaz.net sunucularına taşınmış bulunuyoruz. Yani yayınımıza artık buradan devam ediyoruz.

Cuma, Ekim 10, 2008

Müsaade lütfen..

- "Müsaade edebilir misiniz?"

Biz kim? Kaç kişi görünüyor olabilirim ki? İçimde durmadan konuşan gevezeyi de kastediyorsan eğer; o zaten her yere benim ile birlikte hareket ettiğinden sadece tekil şahıs zamirleriyle hitap edilmeyi tercih ettiğimi söyleyebilirim. Hem müsaade edebilirim elbette ya da en azından bunu yapabilecek kabiliyette olduğumu düşünüyorum. Ancak asıl meselenin müsaade etmeyi isteyip istemeyeceğim olduğunu sanıyorum. Bekliyorum. Neyi mi? Elbette doğru soru ile bu durumu sorgulayıp sorgulamayacağını. Zaten sürekli beklemiyor muyum? Senin için de bekleyebilirim tabi, ne farkeder ki?

Müsaade edeyim ben. Doğru soruyu bulacağından kuşkuluyum. Hem zaten bakışlarınla da bana başka bir şans tanımıyorsun.

Aslında biraz daha zorlasaydın, bulmaya çabalasaydın bulabileceğini umuyordum. Ben beklerim. Hep beklediğim gibi işte canım. Buraya gelirken bindiğim otobüsü de beklememiş miydim? Soğukta o ters çevrilmiş durağın altında. Parmaklarım da oldukça üşümüştü üstelik ama beklemekten vazgeçmeyip sonunda binmeyi başarmıştım. Sonra o hep bahsettiğim kırmızı masalara oturmak için de bekliyorum sık sık, uzun kuyrukların ardında. Tam sıra bana geldiğinde sevinecek oluyorum ki bu sefer de tezgahın ardında servis yapan çocuğu beklemeye başlıyorum. Ama bugün kırmızı masaların ardındaki ahşap kırmızı sandalyelere oturmak istemedim, o kadar da beklediğim halde. Bu sefer haddim olmayarak biraz lükse kaçıp, deri kaplı olanlarında oturmak okumak istedim kitabımı.

Kitabımı okumak için çok beklememe gerek yoktu aslında ama biraz rahatlayıp dinlenebilmek için doğrusu bir hayli beklemek zorunda kaldım. Gerçi geçici bir rahatlık olduğunun farkındayım ama yine de beklemeyi kabullendim kolayca. Belki de geçici de olsa sonucunun çok çabuk elde edilecek olmasından dolayı bu kadar kolay kabullenmiştim beklemeyi.

Zaten daha uzun vadeli sonuçları beklemeyi katlanamıyorum gibi. Burada katlanamıyorum dememeliydim farkındayım ama cümlenin uygun anlamı yakalayabilmesi için gerekli olan yüklemi bulmayı bekleyemedim sanırım. Zaten zamanında bulsaydım bu sefer de cümleyi makul bir yerine kadar silip yeniden yazmayı bekleyemeyebilirdim. Sanırım, "zor geliyor" olmalıydı; "daha uzun vadeli sonuçları beklemek zor geliyor" olmalıydı. Bu sefer de hayli genelleyici bir anlamı oldu değil mi? Yenisini bulmak yerine açıklama yapmayı denemek daha mantıklı geliyor nedense.

Beklediğim süreden çok "beklenti"nin ne olduğu daha önemli olabilir bu noktada. Daha doğrusu "beklentinin türü" demek gerekiyor. Mesela; aşık olmayı beklemek saçma ve zor gelebilir belki ama dayanılması ne kadar güç olsa da "sevgili" ile yaşadığın ayrılığın sonlanıp da kavuşma anının geleceği vakti bekleyebiliyor insan. Kendi adıma düşünüyorum elbette. Öyle sanıyorum ki bekleyebilmeyi sağlayan dürtü, beklentinin materyalden uzaklaşıp daha bir manevi boyuta ulaşması ile tetikleniyor.

Ölümü düşünür müsün hiç? Ben düşünmeye çalışırım arada. Düşünmek gerektiğine de inanırım zaten. Bu hayatın, eninde sonunda gelip kapıya dayanacak olan sonu olmasından dolayıdır belki. Bir son, ama öyle sinema perdesinde izlediğimiz filmlerin sonu misali bekleyemiyor bunu insan değil mi? Hadi artık bitse de gitsek diyebiliyor musun mesela? İnsanın fıtratından kaynaklı; bu hayatın bir gün biteceğini ve eline bir şekilde geçmiş "şey"leri (o pahalı caddedeki cerraha yaptırdığı burnunu bile) bırakmayı düşünmeye dayanamayacağından olabilir sanırım.

İnsanın daha basit sonuçları bekleyemiyor olması da ölümün bir gün mutlaka geleceğinin bilincinin altında bir yerlerde biliyor olmasından kaynaklanıyordur belki de. İçeride bir yerlerde puslu, yumuşak ve çekici tonuyla sürekli konuşarak acele etmeye zorlayan o sesin etkisine kolayca giriveriyor olmamızın da bir sonucu olabilir diye düşünüyorum.


-"Efendim? Ah, pardon! Pardon! Bekletmeyeyim sizi. Ben beklerim siz geçene kadar. Buyrun lütfen, buyrun."

-"Soruyu da çok beklemeden bulabilirsiniz umarım!.."

Perşembe, Ağustos 07, 2008

Yine

Büyük pencerelerden geçtikten sonra tül perdeler ile birlikte göz kapaklarını delip uykusunu bölen sabah güneşine lanetler okuyarak "yine mi aynı başlıyoruz" dermişçesine mırıldandı ve doğruldu.

Gözlerini açtığında alacakaranlık geniş bir odadanın bir duvarına yaslanmış, kırmızı çiçekli durgun yeşil bir kanepenin üzerinde oturduğunu farketti. Karşı duvarın dibindeki televizyonda oynayan görüntüleri, altında akıp duran yazılardan çözmeye çalışırken sehpanın hemen üzerindeki poşet içerisindeki siyah beyaz resimlerden seçme bir filmin oynadığını anladı. Alt yazılar yine görüntülerden önce gidiyordu, gülümsedi.

Birbirine yapışmış damaklarını serinletmek için bir bardak su almak amacıyla tahminlerinden yola çıkarak yerini bulduğunu düşündüğü mutfağa doğru gitmek üzere ayağa kalktı ve bir adım attı beyaz ile gri arasında bir renk olduğunu tahmin ettiği halının üzerinde; yumuşaktı.

Bir kaç adım atmıştı ki her adımda yumuşayan zeminde ilerledikçe battığını düşünmeye başlamıştı. Karşısında gördüğünü düşündüğü kirişe kadar ilerledi ve arkasına baktı.

Arkasında bıraktığı koyu renkli ayak izlerine dalmış düşünürken, yürüdükçe zeminde batmadığını farketti. Batmıyordu ama eksiliyor ve kısalıyordu.

Bir an kirişe yaslanarak derin bir nefes aldı; gözleri kararmıştı. Tansiyonu düşmüş olmalıydı, hemen her uyanışında yaşadığı gibi. Bir süre öylece bekledi; gözleri kapalı ve omzu kirişe yaslı vaziyette dikildi.

Gözlerini tekrar açtığında bej rengi bir mutfak tezgahının önünde dikilmekte olduğunu farketti. Göz bebeklerinin aniden parlayan ışık karşısında çaresiz küçüldüğünü hissetti. Tezgahın üzerinde iki büyük, dolu kahve fincanı duruyor ve burnuna fındık kokusu doluyordu.

Gözlerini kapatıp, belki düzelir umuduyla başını iki yana salladı. Yine salladı ve gözlerini açmaya korkarak bir kez daha salladı.

Açamadı...

10'a kadar sayıp öyle açmaya karar verdi gözlerini. Başladı ve 8'e geldiğinde birden açıverdi.

Karanlıktı..

Küçük pencerelerinden sızmaya başlayan ışıkla aydınlanması için bir kaç saat öylece bekledi, yattığı yerde.

Biliyordu..

İnce yorganını terden sırılsıklam olmuş burnunu örtene kadar çekti. Gözlerini kapatıp, hızla çarpan kalbinin gürültüsüne aldırmadan uyumaya devam etti.

Salı, Haziran 03, 2008

sustum ve izliyorum

sustum ve izliyorum
altın renkli ışıkların tütün rengine boyadığı boz grisi sislerle kaplı şehrimi.
haşa! tepeden tırnağa değil, tırnaktan tepeye
ve gücümün elverdiği ölçüde
sessiz ve karanlık gölgeler içerisinde susuyorum...

Cuma, Mayıs 23, 2008

Uçurum

uçurum demişti düşünür, seviyorsan yükseklerde yaşamayı, bir çift kanadın da olmalı!
biz sevdik uçurumları hiç olmadığı kadar!
bizi çeken ne yükseklerdi, ne de rüzgarın serinliği...
biz zevk aldık diğerlerinin bulunmaktan zevk aldığı o yüksek yardan atlamaktan.
biz uçurumların meltem esintili yüksekliğinden yerin toprak kokulu sertliğine çakılmayı sevdik.
biz, uçurumları sevdik kanatlarımız olmadan.

Pazar, Mayıs 11, 2008

Açlık

Yıllar boyu en derin dondurucularda mahsur kalmış gibi hissediyorum. Bu nasıl bir soğuktur ya Rabbim... Asıl rahatsız eden ise ne zamandan beridir bu şekilde hissettiğimi bilmiyor olmam. Garip bir şekilde üşüyorum sürekli. Sanki, üzerime çokmüş boz renkli bir soğukluğu taşıyormuş gibiyim.

Bağırsaklarımın her bir kıvrımından başlayarak mideme ulaşan açlıktan kaynaklanıyor olabilir diye tahmin ediyorum aslında bu gereğinden fazla sürmüş gibi sıkıntı veren iş yavaşlatma eylemini. Midemdeki kaynamanın onayıyla biraz daha emin oluyorum.

Mutlu bir çocukluğun izlerini taşır diye umutlandırdığım, ağırlığından ilk gördüğüm kuytuda terk edip etmemek arasında kararsız kaldığım vücudumun yılların hiç birinden hatırlayamadığım bir açlık hissine yenik düşmüş olabileceği üzerinde kafa yormaya çalışırken karşıdan gelen komşum Lois' i görünce hiç adetim olmadığı üzere selam vermek adına bir kaç kelime mırıldanmak istiyorum ki; beynimin bu işgüzar talebine dudaklarım arasından çıkan, elindeki iki ters bi' düz örgüsü bölünmüş bir banka memuresiymişçesine sıkıntılı bir hırıltı ile tepki verince afallıyorum. "Bugüne kadar yerli yersiz zamanlarda gerekli gereksiz ne çok seslere hamilik etmişken nedir yani bu duyarsızlık" diyecek oluyorum ki üşenip aynı yönde ayaklarımı sürümeye devam ediyorum. Zaten mavi gri gökyüzü altında yanımdan usul usul sürünerek geçen Luici' ye ve bedenine pantolonunun bir parçasıyla tutunmuş ardından sürünen yarım ayağına bakınca hiç de cevap vermeye gönlü yok gibi görünüyordu.

Sert ve tozlu topraklı esen rüzgarla bağlı olduğu direkten kopup gelmiş park yapılmaz levhası omzumun hemen sağından emaneten sarkmış sallanan boz renkli koluma çarpıp koparınca bir süre öylece dikilip Lesli' nin, ya da adı her neyse, ardında bıraktığı koyu kırmızı ize baktığımı farkederek ayılıyorum,

Tam da çömelip kolumu yattığı yerden almak üzere uzanmışken gözün gözü görmediği kum fırtınası başlayıp dindikten sonra yine aynı şekilde uzanmış bulmak beni pek şaşırtmamıştı aslında. Ancak şu göbeğimin hemen yanında durmadan kızıl kahve birşeylerin akıp durduğu, yırtıktan çok özensizçe koparılmış bir parça ardında kalan, düzensiz bir deliğe benzeyen açıklığa çözüm bulmanın iyi olacağına karar vermiştim. Üşümem de bu delikten girip ağzımdan çıkan rüzgarların etkisi büyük olmalıydı.

Nefes almak için çaba gösterdikçe ağzımdan burnuma dolan bu garip çürük koku da neyin nesiydi acaba. Her neyse, açlığıma iyi gelecek sıcak tanıdık bir koku alıyorum. Taze olmalıydı.

Evet, taze yemek kokusunun hiç bu kadar cezbedici olduğunun farkına varmamıştım. Üşenmezsem oniki onüç tane kaldığını tahmin ettiğim dişlerimin tamamını göstereek kadar samimi bir gülücük bile atabilirdim. Kim bilir belki üşenmesem ağlardım?

Mutluluktan ayaklarım sırasını şaşırabilecek bir hızda hareket ediyorlardı.

Yeni yakaladıkları avın etrafına çökmüş açlıklarını büyük bir afiyetle gidermekte olan tanımadığım ancak tuhaf sıcak bir samimiyet sezinlediğim dostlarımı görünce daha da heyecanlanarak hızlandım.

Dostlarım kafalarını kaldırarak buyur edermişçesine baktılar donuk gözlerimden içeri, göbeğimin yanından sanki içerideki bir kaşıntıyı gidermeye çalışıyormuşçasına sarkan sağ koluma daha fazla ilgi göstermelerine içten içten bozuluyorum ancak ayaklarım altında sürünen ayakkabılarım dikkatimin tekrar hoş kokulu yemeğe yönelmesini sağlamıştı.

Bir kaç dakika sonra dostlarım yanında yerimi almış, dizlerim üzerinde ve tek eliminin izin verdiği süratle kan kırmızısına boyanmış dudaklarım arasından park yapılmaz levhasına lanetler hırıldayarak hiç bitmeyecekmişçesine acı vermeye başlayan açlığımı gidermeye çalışıyordum.

Pazartesi, Nisan 21, 2008

Çikolatalı Beze

Bilgisayar ekranında, tanıdık yüzlerin bulunduğu cennet ve cehennem ile ilgili olduğunu tahmin ettiğim görüntüler oynaşırken, üzerimdeki yatak örtüsüne dolanarak düştüğümü tahmin ettiğim halıfleksin üzerinde ayılıyorum ve canım çikolatalı beze istiyor.

Bezeyi biliyorsunuzdur, hani pastanelerde satılır, kireç gibi bembeyaz, köpük şekilli ve fakat bir miktar sert gibidir. Yumurta akından yapıldığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Ama zevkle yemeye devam ettim hep. Küçüğü, büyüğü, meyvelisi, iyisi ve hatta kötüsü. Ama içlerinden birinin damağımdaki yeri hiç değişmedi. Hani şu büyük ve içinde çikolata parçaları olan.

İlk defa Moda' ya doğru giderken hemen Tek Büfe'nin karşısında, sağdaki köşeye konuşlanmış, yıllardır hizmet veren pastanede yediğimde anlamış olmalıydım aslında..

Pencereden içeriye dolan seslerden geldiğimden beri hiç durmayan fırtınanın daha da güçlenerek devam ettiğini anlıyorum ve ardında en kalın montum ile botlarımı saklayan beyaz kapıya doğru yönelmekten kendimi alamıyorum.

Evet fırtına tüm hızıyla devam ediyor ve göğsümden içime dolan sert rüzgarın soğuğunun kemiklerimle çarpıştığında çıkardığı gürültüyle doluyor kulaklarım.

Pastane bu sokakların birinde olmalı.

Sokak lambalarının istisnasız her birinin tepesinde takılı duran bir lamba olmasına rağmen sanki Çin malı süs eşyalarıymışçasına yolun hiç bir yerini aydınlatmıyor olmasına içerliyorum. Bir bildiklerinin olduğu konusunda kendimi ikne edip, alçak ve düzgün olmasına bir türlü inanamadığım kaldırımda yürümeye devam ediyorum.

Karasal iklimin hüküm sürdüğü her mevsimde ve diyarda olduğu gibi buralarda da hava karardığında kutuplarda olduğumuz izlenimini veriyor. Gerçi yaklaşık bir yirmi gündür hava sürekli karanlık ve fırtına hiç dinmediğinden bir aydınlanırsa tahminlerimde ne kadar doğru olduğum konusunda beni tatmin edeceğine inanıyorum ki havanın aydınlanacağından bile bu kadar emin olamıyor oluşum beni şaşırtıyor.

Önümde dikiliveren köşeyi döndükten sonra ana caddeye çıkacağımı umut ederen ayaklarımın adımlarıma hükmederek hızlandıklarını görüyorum.

Fırtına başladığından beridir kararan hava dışında şehirde bir çok şeyin de değiştiğini farkediyorum. Dar ve düzgün yolların biraz gerisine çekilmiş evler sessizce kenarda dikiliyormuş gibi geliyor. Soğuktan sızlayan kemiklerim yürümem gerektiğini hatırlatıyor.

Gökyüzü sanki bir şeyleri unutmamı istemiyormuşçasına ne zaman kafamı kaldırsam gözlerimin önünde yükseliyor. Her bakışımda bana göz kırptıklarını düşündüğüm yıldızların huşu içinde parıldamalarını görmek içimi tuhaf buz gibi bir huzur ile kaplıyor.

Islak asfalta yansıyan dolunayın ışığından belli belirsiz seçebildiğim ayak izlerini farkediyor ve çok geçmeden takip etmeye karar veriyorum.

Artık adımlarımı daha düzenli, sık ve temkinli atıyor, aklımdaki çikolata parçacıklı hedefe ulaşabilmek için daha kaç fırın ekmek yemem gerektiğini bilemesem de bu yolda yürümek adına feda etmekten kaçınmayacağım hiç bir şey olmadığına karar verip, montumun açık olduğunu farkettiğim fermuarını çenemin tam da altına kadar çekiyorum, kapüşonunu sanki hiç tanınmak istemiyormuşçasına kafama geçiriyor, yanaklarıma sıçrayan damlalara aldırmadan hızlı adımlarla yürümeye devam ediyorum; damağımda içi çikola parçalarıyla dolu bezenin hasreti...

Cumartesi, Nisan 19, 2008

Tanışma

söz verip de yapamadıklarımla ağırlaşan ruhumu özürlerim de hafifletmiyor artık. tıpku uykularımın uykuyla ağırlaşan göz kapaklarımı hafifletmeye yetmediği gibi.

düşünürken uyanıyorum artık, düşüncelerimin beynimin içerisinde bir oraya bir buraya çarparak çıkardığı sesler bozuyor ruhumun dinlencesinin ritmini. sabahın ışımayan saatlerine tanımakta güçlük çektiğim bir serinliğin içinde anımsayamadığım nevresimlere dürtüp uyandırıyor oluyor, kalkıyorum.

anımsama çabasıyla kıvranan zihnimin çabalarını her adımda gıcırdayan ahşap döşemeler boşa çıkarıyor. gözlerimi açtığımda kirli sakallarımdan damlayan ıslak özlemleri görüyor oluyorum lavabonun üzerinde asılı duran aynada. yansımamdan çekinip, havluya sığınıyorum.

takvimlerim iki saat geriden geldiğini hissedip, hayatımın senkronizasyonunu sağlayamıyor olduğumu görüyor oluyorum aynalarla her karşılaşışımda, kaçışıyorum.

önüme düşüp, yolumu karartan gölgelerin sebebi olduğunu düşündüğüm merdivenleri arar oluyorum her kafamı kaldırışımda; kimi zaman doğru yapılan tahminlerin tatmini ile kıvrılan dudaklarım oluyor ödülüm, kimi zaman saflığımın verdiği zararı öğrenmekle yetinir oluyorum.

küçük pencerelerden sızan ışığın yetersizliğinden yakınırken hiç ısıtmayı başaramadığım mavi bir gökyüzü buluyorum, altında kırmızı- gri uzanmış yatan o tanımadığım sokağa attığımda kendimi.

vazgeçiyorum.

gözlerimi açıp, gökyüzüne bakıyorum dik dik. sağdaki buluttan çekilmesini rica edip, az ötedekinin arkasından dolanıyorum. sarı olduğuna bir türlü inanamadığım sokak lambasından tutunup, şu ilerideki kırmızı çatılardan hiza alarak gizlice izliyorum hepsini. kulaklarımı dört açıp, sert esen rüzgarla gelen kuş seslerini dinliyorum.

ve uzatıyorum ağırlığının yüzüklerimden kaynaklandığını düşündüğüm sağ elimi...

tüm imla hatalarımdan vazgeçip, bekliyorum.

Salı, Şubat 12, 2008

Karayurt

Yukarıda, çok yukarıda parlayan güneşlerin vurduğu parlak ve kaygan zeminde yürümeye başladığından beri aklına doğup büyüdüğü izbe toprakları, ıslak çamur yığınları ve sığınmak zorunda olduğu karanlık mağaraları düşünüyordu.

Zemin sıcak, parlak, kaygan gri renkteydi. Kalın beyaz çizgilerle, farklı bir maddeden yapıldığı belli olan çizgilerle, büyük karelere ayrılmıştı. Aslında tüm bunların yanında içini tedirgin eden durmak bilmeksizin devam eden yer sarsıntılarıydı. Çocukluğunda dinlediği masallarda bu ve benzeri yerlerde hep olduğu anlatılan sarsıntılar. Çoğu zaman periyodik ve zararsızdı. Ama son derece ürkütücü olduğu su götürmezdi. Kaygan zeminde yürümeye devam etti.

Parlak beyaz güneşlerin yansımalarının birinin üzerinden geçerken kendi yansımasını farketti. Durdu ve kendini inceledi. Gözlerine baktı, hepsine tek tek. İşte ne olduysa o an oldu. Artık alışmaya başladığı sarsıntılardan bir diğeri aniden peydah oldu, büyük bir farkla. Çok yakındı. Sanki hemen yanı başındaymış gibi. Can havliyle, parlak gri zeminde kayan ayaklarına aldırmadan var gücüyle koşmaya başladı.

Sarsıntıların ardı arkası kesilmiyor, üstelik hızla artıyor ve sanki onu kovalıyormuşçasına artıyordu.

Bir anlığına, sadece bir saniyenin kısacık bir bölümünü kaplayacak kadar duraksadı. Sağa mı yoksa sola mı gitmeli diye düşündü. Çabuk karar vermeliydi ve bir an önce hep alışık olduğu o karanlık atmosfere dönebileceği, kendini güvende hissedebileceği bir yer bulmalı ve oturup, saklanmalıydı. Sağa doğru yönelerek koşmaya devam etti. Aslında sağa doğru devam etmek konusunda kesin bir karar vermemişti, sadece iç güdülerine güveniyordu. Gittikçe artan ve hızla yaklaşan sarsıntıya rağmen kafasını hafifçe kaldırıp ileri doğru baktı. İleride yanında dev boyutlarda bir kaç yapının bulunduğu yüksek bir duvar görüyordu. Dibinde saklanacak bir yer olmalıydı!

Güdülerine güvenerek koşmaya devam etti. Birara yine duraksadı, yön değiştiriyormuş gibi yapıp devam etti.

Parlak, gri, kaygan kareleri bir bir aşarken yansımasına baktı ve gülümsedi. Neydi bu yaptığı şey? Sarsıntılardan kaçarken düşmanlarından kaçıyormuşçasına yaptığı zigzagları düşünüyordu elbette. Gülümsedi ve yine koştu.

Çok geçmeden parlak gri zeminin sonunda yükselen duvarın dibindeydi, düşünmeden sola doğru yöneldi. Devasa yapının altından sızan karanlığa saklanmayı planlıyordu. Son bir gayret göstererek tüm gücüyle kaymaktan koşmaya fırsat bulamayan bacaklarına yüklendi.

Oradaydı, sadece bir kaç adım uzaklığında. Hep güvendiği, çocukluğundan beri sevdiği yurdunu hatırlatan rutubetli karanlığın izleri hemen önündeydi, son bir defa daha gücünü sonuna kadar zorladı, koştu ve kendini serin karanlığın içine doğru bıraktı.

Hanımının yükselen tiz çığlığına evin uşağının cevap vermesi gecikmedi. Koşarak mutfaktan çıktı ve holdeki kanepenin üzerinde diz çökmüş duran kireç renkli ev hanımına soğuk bir ifadeyle baktı.

Sözler kesik kesik ve zorlukla döküldü iki parlak kırmızı dudağın arasından: "Bö, bö, böc, böcek!".

Uşak, her zaman olduğu gibi sakin tavırlarıyla eğildi ve rugan ayakkabısının sağ tekini eline aldı. Sol eliyle hanımını buyur etti. Kanepeyi tek eliyle kenara doğru çekiştirmesiyle ayakkabının kösele tabanının yerle buluşması bir olmuştu.

Cenazeyi kaldırmak için özel bir tören düzenlenmedi. Genç hizmetçiler koşarak hole geldiler. Biri, eldivenli eliyle cesedi toparlayıp, dikkatle kaldırma saygısını bile göstermeden, çöp kutusuna bıraktı. Öteki, elindeki bez ile cinayetin kanıtlarını çoktan yoketmişti bile...