Pazartesi, Nisan 21, 2008

Çikolatalı Beze

Bilgisayar ekranında, tanıdık yüzlerin bulunduğu cennet ve cehennem ile ilgili olduğunu tahmin ettiğim görüntüler oynaşırken, üzerimdeki yatak örtüsüne dolanarak düştüğümü tahmin ettiğim halıfleksin üzerinde ayılıyorum ve canım çikolatalı beze istiyor.

Bezeyi biliyorsunuzdur, hani pastanelerde satılır, kireç gibi bembeyaz, köpük şekilli ve fakat bir miktar sert gibidir. Yumurta akından yapıldığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Ama zevkle yemeye devam ettim hep. Küçüğü, büyüğü, meyvelisi, iyisi ve hatta kötüsü. Ama içlerinden birinin damağımdaki yeri hiç değişmedi. Hani şu büyük ve içinde çikolata parçaları olan.

İlk defa Moda' ya doğru giderken hemen Tek Büfe'nin karşısında, sağdaki köşeye konuşlanmış, yıllardır hizmet veren pastanede yediğimde anlamış olmalıydım aslında..

Pencereden içeriye dolan seslerden geldiğimden beri hiç durmayan fırtınanın daha da güçlenerek devam ettiğini anlıyorum ve ardında en kalın montum ile botlarımı saklayan beyaz kapıya doğru yönelmekten kendimi alamıyorum.

Evet fırtına tüm hızıyla devam ediyor ve göğsümden içime dolan sert rüzgarın soğuğunun kemiklerimle çarpıştığında çıkardığı gürültüyle doluyor kulaklarım.

Pastane bu sokakların birinde olmalı.

Sokak lambalarının istisnasız her birinin tepesinde takılı duran bir lamba olmasına rağmen sanki Çin malı süs eşyalarıymışçasına yolun hiç bir yerini aydınlatmıyor olmasına içerliyorum. Bir bildiklerinin olduğu konusunda kendimi ikne edip, alçak ve düzgün olmasına bir türlü inanamadığım kaldırımda yürümeye devam ediyorum.

Karasal iklimin hüküm sürdüğü her mevsimde ve diyarda olduğu gibi buralarda da hava karardığında kutuplarda olduğumuz izlenimini veriyor. Gerçi yaklaşık bir yirmi gündür hava sürekli karanlık ve fırtına hiç dinmediğinden bir aydınlanırsa tahminlerimde ne kadar doğru olduğum konusunda beni tatmin edeceğine inanıyorum ki havanın aydınlanacağından bile bu kadar emin olamıyor oluşum beni şaşırtıyor.

Önümde dikiliveren köşeyi döndükten sonra ana caddeye çıkacağımı umut ederen ayaklarımın adımlarıma hükmederek hızlandıklarını görüyorum.

Fırtına başladığından beridir kararan hava dışında şehirde bir çok şeyin de değiştiğini farkediyorum. Dar ve düzgün yolların biraz gerisine çekilmiş evler sessizce kenarda dikiliyormuş gibi geliyor. Soğuktan sızlayan kemiklerim yürümem gerektiğini hatırlatıyor.

Gökyüzü sanki bir şeyleri unutmamı istemiyormuşçasına ne zaman kafamı kaldırsam gözlerimin önünde yükseliyor. Her bakışımda bana göz kırptıklarını düşündüğüm yıldızların huşu içinde parıldamalarını görmek içimi tuhaf buz gibi bir huzur ile kaplıyor.

Islak asfalta yansıyan dolunayın ışığından belli belirsiz seçebildiğim ayak izlerini farkediyor ve çok geçmeden takip etmeye karar veriyorum.

Artık adımlarımı daha düzenli, sık ve temkinli atıyor, aklımdaki çikolata parçacıklı hedefe ulaşabilmek için daha kaç fırın ekmek yemem gerektiğini bilemesem de bu yolda yürümek adına feda etmekten kaçınmayacağım hiç bir şey olmadığına karar verip, montumun açık olduğunu farkettiğim fermuarını çenemin tam da altına kadar çekiyorum, kapüşonunu sanki hiç tanınmak istemiyormuşçasına kafama geçiriyor, yanaklarıma sıçrayan damlalara aldırmadan hızlı adımlarla yürümeye devam ediyorum; damağımda içi çikola parçalarıyla dolu bezenin hasreti...

Cumartesi, Nisan 19, 2008

Tanışma

söz verip de yapamadıklarımla ağırlaşan ruhumu özürlerim de hafifletmiyor artık. tıpku uykularımın uykuyla ağırlaşan göz kapaklarımı hafifletmeye yetmediği gibi.

düşünürken uyanıyorum artık, düşüncelerimin beynimin içerisinde bir oraya bir buraya çarparak çıkardığı sesler bozuyor ruhumun dinlencesinin ritmini. sabahın ışımayan saatlerine tanımakta güçlük çektiğim bir serinliğin içinde anımsayamadığım nevresimlere dürtüp uyandırıyor oluyor, kalkıyorum.

anımsama çabasıyla kıvranan zihnimin çabalarını her adımda gıcırdayan ahşap döşemeler boşa çıkarıyor. gözlerimi açtığımda kirli sakallarımdan damlayan ıslak özlemleri görüyor oluyorum lavabonun üzerinde asılı duran aynada. yansımamdan çekinip, havluya sığınıyorum.

takvimlerim iki saat geriden geldiğini hissedip, hayatımın senkronizasyonunu sağlayamıyor olduğumu görüyor oluyorum aynalarla her karşılaşışımda, kaçışıyorum.

önüme düşüp, yolumu karartan gölgelerin sebebi olduğunu düşündüğüm merdivenleri arar oluyorum her kafamı kaldırışımda; kimi zaman doğru yapılan tahminlerin tatmini ile kıvrılan dudaklarım oluyor ödülüm, kimi zaman saflığımın verdiği zararı öğrenmekle yetinir oluyorum.

küçük pencerelerden sızan ışığın yetersizliğinden yakınırken hiç ısıtmayı başaramadığım mavi bir gökyüzü buluyorum, altında kırmızı- gri uzanmış yatan o tanımadığım sokağa attığımda kendimi.

vazgeçiyorum.

gözlerimi açıp, gökyüzüne bakıyorum dik dik. sağdaki buluttan çekilmesini rica edip, az ötedekinin arkasından dolanıyorum. sarı olduğuna bir türlü inanamadığım sokak lambasından tutunup, şu ilerideki kırmızı çatılardan hiza alarak gizlice izliyorum hepsini. kulaklarımı dört açıp, sert esen rüzgarla gelen kuş seslerini dinliyorum.

ve uzatıyorum ağırlığının yüzüklerimden kaynaklandığını düşündüğüm sağ elimi...

tüm imla hatalarımdan vazgeçip, bekliyorum.