Salı, Şubat 12, 2008

Karayurt

Yukarıda, çok yukarıda parlayan güneşlerin vurduğu parlak ve kaygan zeminde yürümeye başladığından beri aklına doğup büyüdüğü izbe toprakları, ıslak çamur yığınları ve sığınmak zorunda olduğu karanlık mağaraları düşünüyordu.

Zemin sıcak, parlak, kaygan gri renkteydi. Kalın beyaz çizgilerle, farklı bir maddeden yapıldığı belli olan çizgilerle, büyük karelere ayrılmıştı. Aslında tüm bunların yanında içini tedirgin eden durmak bilmeksizin devam eden yer sarsıntılarıydı. Çocukluğunda dinlediği masallarda bu ve benzeri yerlerde hep olduğu anlatılan sarsıntılar. Çoğu zaman periyodik ve zararsızdı. Ama son derece ürkütücü olduğu su götürmezdi. Kaygan zeminde yürümeye devam etti.

Parlak beyaz güneşlerin yansımalarının birinin üzerinden geçerken kendi yansımasını farketti. Durdu ve kendini inceledi. Gözlerine baktı, hepsine tek tek. İşte ne olduysa o an oldu. Artık alışmaya başladığı sarsıntılardan bir diğeri aniden peydah oldu, büyük bir farkla. Çok yakındı. Sanki hemen yanı başındaymış gibi. Can havliyle, parlak gri zeminde kayan ayaklarına aldırmadan var gücüyle koşmaya başladı.

Sarsıntıların ardı arkası kesilmiyor, üstelik hızla artıyor ve sanki onu kovalıyormuşçasına artıyordu.

Bir anlığına, sadece bir saniyenin kısacık bir bölümünü kaplayacak kadar duraksadı. Sağa mı yoksa sola mı gitmeli diye düşündü. Çabuk karar vermeliydi ve bir an önce hep alışık olduğu o karanlık atmosfere dönebileceği, kendini güvende hissedebileceği bir yer bulmalı ve oturup, saklanmalıydı. Sağa doğru yönelerek koşmaya devam etti. Aslında sağa doğru devam etmek konusunda kesin bir karar vermemişti, sadece iç güdülerine güveniyordu. Gittikçe artan ve hızla yaklaşan sarsıntıya rağmen kafasını hafifçe kaldırıp ileri doğru baktı. İleride yanında dev boyutlarda bir kaç yapının bulunduğu yüksek bir duvar görüyordu. Dibinde saklanacak bir yer olmalıydı!

Güdülerine güvenerek koşmaya devam etti. Birara yine duraksadı, yön değiştiriyormuş gibi yapıp devam etti.

Parlak, gri, kaygan kareleri bir bir aşarken yansımasına baktı ve gülümsedi. Neydi bu yaptığı şey? Sarsıntılardan kaçarken düşmanlarından kaçıyormuşçasına yaptığı zigzagları düşünüyordu elbette. Gülümsedi ve yine koştu.

Çok geçmeden parlak gri zeminin sonunda yükselen duvarın dibindeydi, düşünmeden sola doğru yöneldi. Devasa yapının altından sızan karanlığa saklanmayı planlıyordu. Son bir gayret göstererek tüm gücüyle kaymaktan koşmaya fırsat bulamayan bacaklarına yüklendi.

Oradaydı, sadece bir kaç adım uzaklığında. Hep güvendiği, çocukluğundan beri sevdiği yurdunu hatırlatan rutubetli karanlığın izleri hemen önündeydi, son bir defa daha gücünü sonuna kadar zorladı, koştu ve kendini serin karanlığın içine doğru bıraktı.

Hanımının yükselen tiz çığlığına evin uşağının cevap vermesi gecikmedi. Koşarak mutfaktan çıktı ve holdeki kanepenin üzerinde diz çökmüş duran kireç renkli ev hanımına soğuk bir ifadeyle baktı.

Sözler kesik kesik ve zorlukla döküldü iki parlak kırmızı dudağın arasından: "Bö, bö, böc, böcek!".

Uşak, her zaman olduğu gibi sakin tavırlarıyla eğildi ve rugan ayakkabısının sağ tekini eline aldı. Sol eliyle hanımını buyur etti. Kanepeyi tek eliyle kenara doğru çekiştirmesiyle ayakkabının kösele tabanının yerle buluşması bir olmuştu.

Cenazeyi kaldırmak için özel bir tören düzenlenmedi. Genç hizmetçiler koşarak hole geldiler. Biri, eldivenli eliyle cesedi toparlayıp, dikkatle kaldırma saygısını bile göstermeden, çöp kutusuna bıraktı. Öteki, elindeki bez ile cinayetin kanıtlarını çoktan yoketmişti bile...