Cuma, Temmuz 27, 2007

ben (kim) miyim?

Pazartesi, Temmuz 23, 2007

Savaş-çı-k

Bronzdan yapılmış ağır yuvarlak zırhını kaldırdığı tozlu raftan indirip tamir etti. Hemen yanında duran ağ tutmuş miğferi ile rutubetten kararmış gümüş zırhını da yanına aldı.

Şehrin tüm yaşlılarını dolaşmış, bilgelerinden nasihatler almıştı. Yoldaşları bile aynı cevabı vermişti.

Ağır ağır parlattı tamamen kararmış olan gögüs zırhını. Burnuna dolan cila kokusuyla adeta kendinden geçiyordu.
Kısa kalın kılıcını temizlerken hiç böyle bir keyfe dalmadığını düşünüyordu. Aklını hiç böyle hayallere kaptırmamıştı. Şehrin en büyük ziyafetlerinde eğlenmiş, en ağır içkilerinden içmiş olmasına rağmen hiç böyle düşlerle uyuduğunu hatırlamıyordu. Sessiz bir gülümseme ile kılıcını parlatmaya devam etti.

Kralın habercilerinden biri sessizce çalıştığı odasına girip bir mektup getirdiğinde beklediğinden olduğunu gördü... Açtı. Gözleriyle tüm mektubu okudu. Sonra düşündü. Yaşlı gözleriyle tüm mektubu tekrar tekrar okudu. Sonunda odanın köşesinde duran şimdiye kadar yanmamış ve muhtemelen hiç yanmayacak olacak şöminenin içine fırlattı. Ayağa kalkıp, belki de saatlerdir başında bekleyen haberciye tek bir söz söyledi: "Hayır"

Eldivenlerini buldu, çizmelerini sildi. Ve artık hazırdı.

Kılıcı belinde, üzerinde emanetmiş gibi duran eski savaş malzemeleri ile sessizce ilerlemeye çalışıyordu. Toprak yolda ilerlerken çoğu zaman aksıyor tam düşecekken doğruluyordu. Tâ ki savaş meydanına kadar bu böyle devam etti. Bir düştü, bir kalktı. Durdu, dinlendi ve yine ayağa kalktı.

Meydanda saf tutması uzun bir süresini almıştı. Üzerinde emaneten duran parlak zırhı tuhaf sesler çıkarırken kafasını kaldırıp rakiplerine bakmaya cüret etti. Gün batımında, batı sınırında dizilmiş olan yiğitleri bir bir incelemek istedi. Güneşi arkasına alan güruh günün bu saatinde kralın siyah şovalyelerden kurduğu korkunç bir orduyu andırıyordu. Karşısında güneşin altında parlayan simsiyah bir duvar gibi duruyordu.

Kılıcının kınını sıkıca kavradı. Miğferini gözlerinin hizasına çekip, gardını aldı. Son bir kez yaşlı gözlerini ayak uçlarına indirdi. Bildiği tüm duaları okuyarak Tanrısı'nı yardıma çağırıyordu. Sağ eliyle kılıcın kabzasını sıktı. Sağ ağayı önce, sol ayağı ile kendini destekleyip kafasını yukarı kaldırdı.

Karşısında duruyordu. Beyaz ipek kanatlarıyla havada süzülerek dolaşan bir peri misali dikiliyordu karşısında. Sebebini bilemediği bir şekilde gözlerini alıyordu. Ardında batan güneşten mi olduğundan emin olamıyordu.

Gözlerini kısıp, yüzüne bakmaya cesaret edebildi. Baktığı anda yüzünde gördüğü ifade ile donakalmıştı. Uzun zamandır gözlerini dolduran göz yaşlarını tutan dermanını kaybettiğini hissetti. Yanağından aşağı gümüş bir damla süzülürken sol dizini kırdı. Sıkı sıkıya kavradığı kılıcını çekip toprağa sapladı. Neredeyse yarısına kadar toprağa gömülmüş kılıçtan destek alarak dururken, sol elinde tuttuğu ağır bronz kalkanı yanına fırlattı.

Gözlerini kapattığı anda, gülen gözleriyle kaplı yüzü aklına geliyor, tam heyecanlanıp ayağa kalkacakken karşısında duran silüeti farkedip vazgeçiyordu.

Sol eliyle miğferini çıkarıp önüne bıraktı. Sağ dizini iyice kırarken bir yandan parlak göğüs zırhını çıkartıyordu. Zırh toprağa düşerken ağır ağır eğilen boynunun sesi duyuluyordu sanki. Ensesinden akan ter çıplak vücudundan aşağı kolayca süzülüp gözyaşlarıyla ıslanmış toprağa düşüyordu.

İki eliyle birden kılıcına sarıldı, dizlerinin üzerinde ancak bu kudretle durabileceğinin farkındaydı artık.

Gerçeği kabullenebiliyordu artık. Gözlerini kapatıp, aradan çekilecek prenses ile birlikte duyulması beklenen savaş borusunu beklemeye başladı.

Olacakları gözünde canlandırabiliyordu. Büyük aşık diyeceklerdi onun için, ya da büyük aptal. Pirinçten bir levhaya yazacaklardı ismini muhtemelen, siyah bir mozoleye çakarlardı sonra. Sonra da dikerlerdi mozolesini "en kıymetliler meydanı"na. Gülümsedi.

Tek tesellisi savaşın düşündüğü kadar kanlı olmayacak olmasıydı...

Pazar, Temmuz 01, 2007

"- lık"

Yataktan kalkmamı engellemeye çalışan bel ve sırt ağrılarıma küfrederek doğruluyorum. Rüzgar esmeyi bıraktığından beri evde çıkan tek sesin ayak seslerim olduğunu hatırlıyorum ve daha fazla dik tutamadığım bedenimi kanepenin üzerine bırakıyorum.

Kahve içmeliyim.

Koridorda yıllanmış duran kutuların yanından büyük bir gürültüyle geçerek mutfaktaki su ısıtıcısının yanına kadar gelebilmeyi başarıyorum. Yarım yamalak doldurduktan sonra düğmesine basıp başında beklemeye koyuluyorum. Kaynayan suyun granül kahve ile karışmasını izlerken ayakta beklemek hiç bu kadar zor olmamıştı diye düşünüyorum.

Bu evde duymayı unuttuğum kadar yüksek bir ses geliyor salondan. Banyodan çıkıp duyduğum sesi bastırmak istermişçesine gürültü çıkararak koşuyorum salona. Yanına gelmeden ayak seslerimin duyduğum sesi bastırdığını hissediyorum. Sehpanın üzerinde duran telefonun ekranında son arayan kişiye yetişmek için geç kaldığımı gösteren bir yazı olduğu izlenimini ediniyorum. Masada duran fincandaki soğuk kahveden bir yudum daha alıp, ayakta kalmaya daha fazla direnemeyen bedenimi kanepenin üzerine bırakıyorum.

Başımdaki ağrı günü kanepede uyuyarak geçirmenin bedelinin ne olduğunu hatırlatırken belimdeki ağrıya inat doğrularak düz oturmaya çalışıyorum. Yıllardır salonun bu güzide duvarının önünde yorgunluk nedir bilmeden bekleyen kanepenin rahatlığı için bir kez daha şükrediyorum. Gözlerimi kapatıp pencereden geçerek perdeleri hareketlendirmesi gereken rüzgarın yokluğu için ilk aklıma gelenleri kahrediyorum.

Kahve içmeliyim.

Tüm koridor boyunca omzundan destek aldığım şampanya renkli duvarın yardımıyla yıllardır beni bekleyen büyük gri kutuları aşıyorum ve mutfağa vardığımda kahvemi hazırlamak üzere içerisindeki suyun azlığını umursamadan su ısıtıcısının düğmesine basıyorum. Raftan büyük beyaz kupayı seçerek dibini granül kahve ile dolduruyorum.

Musluktan akan suyun sesiyle kendime geliyor ve ne göreceğimin merakı içerisinde gözlerimi lavabonun üzerinde asılı duran aynaya doğru kaldırıyorum. Parmak uçlarımda hissettiğim beyaz fayansların serinliği salondan gelen elektronik ezgileri duymamı sağlıyor. Musluğu kapatıp salona doğru koşturuyorum.

Sehpada duran sessiz telefonun parlak ekranında yazanları okumaya çalışmaktan vazgeçip masanın üzerinde duran büyük beyaz bir kupaya içindeki şeyin yeterince sıcak ve kafeinli olduğunu umudederek uzanıyorum.

Soğuk siyah kahvenin son yudumunu içip, ömrünü beni ağırlamaya adamış kanepenin üzerine yığılıyorum. Gözlerimi kapatıp, pencereden girmiş perdeleri havalandıran rüzgarın ayaklarıma ulaşarak omuzlarıma kadar tüm vücudumu sardığını düşlüyorum. Yanaklarımda beliren soğuk bir hisle tüm ağrılarımın dindiğini hissediyor ve gözlerimi bir daha açmayı istemeyerek ve açmayacağımı bilerek sıkıyorum.